Discover millions of ebooks, audiobooks, and so much more with a free trial

Only $11.99/month after trial. Cancel anytime.

BEYAZ DİŞ
BEYAZ DİŞ
BEYAZ DİŞ
Ebook271 pages5 hours

BEYAZ DİŞ

Rating: 0 out of 5 stars

()

Read preview

About this ebook

"Hayat, ölüme meydan okumadır ve gücünü buradan alır."
— Hakan Günday
Vahşi doğanın ortasında, ehlileşmek ile kurt içgüdülerinin peşinden gitmek arasında kalan Beyaz Diş…
Yalnız bir kurt, öfkeyi, acıyı, iradeyi, mücadeleyi, bağlanmayı ve sevgiyi öğrenirken, macerası insanın varoluş mücadelesine ışık tutuyor.
LanguageTürkçe
Release dateJun 5, 2023
ISBN9786050964271
BEYAZ DİŞ
Author

Jack London

Jack London (1876-1916) was an American novelist, journalist, and social activist. A pioneer in the then-burgeoning world of commercial magazine fiction, he was one of the first fiction writers to obtain worldwide celebrity and a large fortune from his fiction alone. London was a passionate advocate of unionization, socialism, and the rights of workers. His most famous works include The Call of the Wild and White Fang, both set in the Klondike Gold Rush.

Related to BEYAZ DİŞ

Related ebooks

Related categories

Reviews for BEYAZ DİŞ

Rating: 0 out of 5 stars
0 ratings

0 ratings0 reviews

What did you think?

Tap to rate

Review must be at least 10 words

    Book preview

    BEYAZ DİŞ - Jack London

    Beyaz Diş

    DOĞAN KİTAP TARAFINDAN YAYIMLANAN DİĞER KİTAPLARI:

    https://www.dogankitap.com.tr/yazar/jack-london

    Beyaz Diş

    Jack London

    Orijinal adı: White Fang

    İngilizce aslından çeviren: Nil Tuna

    Yayına hazırlayan: Handan Akdemir

    Türkçe yayın hakları: © Doğan Egmont Yayıncılık ve Yapımcılık Tic. A.Ş.

    Dijital yayın tarihi: /Şubat 2021 / ISBN 978-605-09-6427-1

    Kitap ve kapak tasarımı: Geray Gençer

    Doğan Egmont Yayıncılık ve Yapımcılık Tic. AŞ

    19 Mayıs Cad. Golden Plaza No 1, Kat 10, 34360 Şişli - İstanbul

    Tel: (212) 373 77 00 Faks: (212) 355 83 16

    www.dogankitap.com.tr / editor@dogankitap.com.tr / satis@dogankitap.com.tr

    Beyaz Diş

    Jack

    London

    Çeviren:

    Nil Tuna

    Jack London’dan öğrendiklerim

    Hakan Günday

    İnsan bir savaş alanıdır. Duyguların düşüncelerle, anıların hayallerle, zaafların ideallerle çarpıştığı, çelişki siperleriyle dolu bir savaş alanı.

    Dünya bir savaş alanıdır. İnsanlar, hayvanlar ve doğanın, hem kendi aralarında hem de birbirleriyle çarpıştığı, kan, gözyaşı ve depremlerle dolu bir savaş alanı.

    Dolayısıyla bu dünya üzerindeki hayat, savaş içinde savaştır.

    Bu da demektir ki Hayat, bedensel ve ruhsal olarak onu yok etmek isteyen her şeye karşı bir tepki olarak sürer.

    Yani Hayat, ölüme meydan okumadır ve gücünü buradan alır.

    Ve işte buna macera denir.

    Çünkü macera, mücadeledir.

    Donmuş bir toplumda yeni bir fikrin ortaya çıkışı da maceradır, vahşi bir kurdun evcilleşmesi de…

    Cılız bir filizin beton bir duvarı çatlatıp yeşermesi de maceradır, okyanusta kaybolmuş bir geminin karaya ulaşması da…

    Açlığı yenmek de maceradır, bir trenin peşinden koşup onu yakalamak da…

    Kemiklerini sanayi devriminin çarklarına kaptırmış bir işçinin haklarını araması da maceradır, bir alkoliğin bağımlılığından kurtulma çabası da…

    Devrim de maceradır, evrim de…

    Çünkü her biri de bir hayatta kalma hikâyesidir.

    Bu yüzden edebiyatta macera romanı adında bir tür olması anlamsızdır. Ne de olsa bütün iyi romanlar zaten birer macera romanıdır.

    Hepsi de mutlaka bir macera anlatır.

    Bazen o macera bir zihnin karanlık dehlizlerinde yaşanır, bazen de Alaska’nın buz tutmuş yamaçlarında...

    Mücadele yoksa hikâye de yoktur.

    Çünkü hikâye, mücadele etmeye karar vermiş olanın yalnızlığında, ödediği bedellerde ve mücadele sonunda hissettiği o gizemli duygudadır: Huzurlu bir huzursuzluk.

    Son olarak, insan ve dünya denilen savaş alanlarında varlığı hissedilemeyen, hissedilse bile görmezden gelinen ne kadar savaş varsa ortaya çıkarılmalı ve ifşa edilmelidir.

    Dolayısıyla bu uğurda hikâyeler anlatan yazar, aslında bir savaş muhabirinden farksızdır.

    Ve bütün savaş muhabirleri gibi o da şunu çok iyi bilir:

    İster kendinle savaş, ister başka bir insanla…

    Barışmanın ilk şartı, savaştığını kabul etmektir.

    Birinci bölüm

    1. Etin peşinde

    Buz tutmuş kara ladin ormanı akarsu yatağının iki yanında kaşlarını çatmış gibi duruyordu. Az önce esen rüzgâr, ağaçların üstünü beyaz buz tabakasından kurtardı. Gitgide azalan ışıkta kapkara ve uğursuz gözüken ağaçlar birbirlerine yaslanmış gibiydi. Arazi derin bir sessizliğe gömülmüştü. Terk edilmiş gibiydi; cansızdı, tek bir hareket dahi yoktu, hatta o kadar ıssız ve soğuktu ki kederli bir ruha sahip olduğu bile söylenemezdi. İçinde bir kahkaha saklıydı, bütün hüzünlerden çok daha korkunç bir kahkahanın izlerini taşıyordu: Bir sfenksin gülüşü kadar neşesiz, buz gibi soğuk ve kusursuzluğun gaddarlığını andıran bir kahkahaydı bu. Sonsuzluğun kelimelerle tarif edilemeyen hükmedici bilgeliği, hayatın anlamsızlığına ve yaşam gayretine gülüp geçiyordu. Vahşi Doğa’ydı bu, kalbi buz tutmuş Vahşi Kuzey Toprakları’ydı.

    Yine de bölgede hayat vardı, açık arazide, meydan okuyan bir hayat. Buz tutmuş akarsu yatağının aşağısında yırtıcı bir köpek sürüsü yorgun adımlarla yürüyordu. Sert kürkleri buzla kaplıydı. Solukları her nefes alıp verişlerinde havada donup kalıyor, köpük gibi tüylerinin üzerine konuyor ve kristale dönüşüyordu. Köpeklerin üzerinde deri koşumlar vardı. Yine deri olan bir kayış, koşumları arkalarından çektikleri kızağa bağlıyordu. Kızakta kimse yoktu. Kızak, sağlam huş ağacı kabuğundan yapılmıştı ve yüzeyi tamamen karla kaplıydı. Kızağın burnu, önünde tıpkı bir dalga gibi kabaran yumuşak karlı zeminde kayabilsin diye yukarı doğru kalkıktı ve kıvrılmış kâğıt gibi görünüyordu. Kızağın üzerinde, bir iple sıkıca bağlanmış dar, uzun bir dikdörtgen sandık duruyordu. Kızağın üzerinde başka şeyler de vardı; birkaç battaniye, bir balta, bir cezve ve bir tava; ama en çok yer kaplayan şey, bu dar ve uzun dikdörtgen sandıktı.

    Köpeklerin ilerisinde, ayağında geniş kar botlarıyla bir adam yürümeye çabalıyordu. Kızağın arkasından yine yürümek için çabalayarak ikinci bir adam geliyordu. Kızakta, sandığın içinde artık işi bitmiş üçüncü bir adam vardı. Vahşi Doğa’nın ele geçirdiği ve yere sererek bir daha kıpırdayamayacak, çabalayamayacak hale getirdiği üçüncü adamdı bu. Vahşi Doğa hareketi sevmez. Hayat ona saldırır, zira hayat hareket demektir. Vahşi Doğa’ysa daima hareketi yok etmeyi amaçlar. Denize akmasını önlemek için akarsuyu donduran, ağaçların özlerini çekip ta sağlam yüreklerine dek buza çeviren, en gaddarı ve en korkuncuysa, şu hayattaki en hareketli varlığa, hareketin önünde sonunda durma noktasına gelmesi zaruridir görüşüne daima karşı çıkmış insana eziyet eden ve boyun eğdiren işte bu Vahşi Doğa’dır.

    Gelgelelim kızağın önünde ve arkasında, korkmayan ve boyun eğmeyen, şimdilik hayatta kalmayı başarabilmiş iki adam güçbela yürümeye devam ediyordu. Vücutları kürkle ve tabaklanmış deriyle kaplıydı. Kirpikleri, yanakları ve dudakları buza dönen nefesleri yüzünden kristalle kaplanmış gibiydi, yüzleri neredeyse seçilmiyordu. Bu halleriyle, hayaleti andıran maskeleriyle, hayali bir dünyada bir hayaletin cenazesinde levazımcılık yapan iki kişi gibi gözüküyorlardı. Aslında her şeyin ötesinde yalnızca iki adamdılar ve ıssızlığın, alaycılığın ve sessizliğin hüküm sürdüğü bu topraklarla bütünleşmişlerdi; bir yandan tıpkı uzay boşluğu kadar hareketsiz, ücra ve yabancı bir dünyanın kudretiyle boy ölçüşürken, bir yandan da serüven peşinde koşan çıtkırıldım maceraperest iki adamdılar.

    Yola hiç konuşmadan devam ediyor, nefeslerini vücutlarını hareket ettirebilmeye saklıyorlardı. Arazinin dört bir yanına, varlığını dayatan bir sessizlik hâkimdi. Sessizlik öylesine etkiliyordu ki zihinlerini, bu durum tıpkı suyun derinliklerine dalan bir dalgıcın basınçtan etkilenmesine benziyordu. Sonu gelmeyen enginliğinin ağırlığıyla ve sağlam iradesiyle ezip geçiyordu onları. İki adamı, kendi zihinlerinin en uzak köşelerine kadar eziyor, insan ruhunun bütün sahte heveslerini, düzmece yüceliklerini ve münasebetsiz itibarını tıpkı üzümün suyunu sıkar gibi bastırarak çıkarıyordu; her biri kendini, birbirleriyle durmadan etkileşim içinde olan, gözü bir şey görmez koca güç ve kuvvetlerin arasında sönük bir kurnazlıkla ve ehemmiyetsiz bir bilgelikle oynayıp duran fani zerrecikler, küçücük tanecikler olarak görene dek yapıyordu bunu.

    Bir saat geçti, sonra bir saat daha geçti. Kısa ve güneşsiz bir günün soluk ışığı kaybolmaya başlamıştı ki, durgun havada, uzaklardan gelen cılız bir çığlık duyuldu. Bu ses, en üst notasına ulaşana kadar çabucak yükseldi, hiç kesilmeyecekmiş gibi endişeli bir tonda ısrarla sürdü ve sonra yavaşça kesiliverdi. Hüzünlü bir sertlikle ve açgözlü bir hevesle donatılmış olmasaydı, kayıp bir ruhun iniltisi olabilirdi. Öndeki adam kafasını iyice çevirip gözlerini arkadan gelen adamın gözlerine kenetledi. Sonra dar dikdörtgen sandığın üzerinden birbirlerine başlarını salladılar.

    Kulak tırmalayarak, sessizliği iğne gibi delen ikinci bir çığlık duyuldu. İki adam sesin geldiği yönü tespit etti. Ses, biraz önce geçtikleri geniş, karla kaplı alanın arka tarafından geliyordu. Yine arkadan ve ikinci çığlığın geldiği yerin solundan, ikinciye cevap niteliğinde üçüncü bir çığlık yükseldi.

    Peşimizdeler Bill dedi öndeki adam.

    Sesi boğuktu ve gerçekdışı çıkıyordu, ayrıca konuşurken epey çaba sarf ettiği belliydi.

    Buralarda pek et bulunmuyor diye cevapladı arkadaşı. Günlerdir tek bir tavşan izine rastlamadım.

    Sonra daha fazla konuşmadılar, ne var ki peşlerinden yükselmeye devam eden av çığlıklarını duymak için dikkat kesilmişlerdi.

    Karanlık çöktüğünde köpekleri, ladin ağaçlarının akarsu yatağının kenarında kümelendiği yere bağladılar ve kamp kurdular. Ateşin yanında duran tabut, oturak ve masa görevi gördü. Ateşin uzağına dizilmiş kurt köpekleri hırlayıp birbirleriyle didişseler de karanlığa doğru gitmeye pek istekli görünmüyorlardı.

    Bana öyle geliyor ki Henry, kamp yerinin bayağı yakınındalar dedi Bill.

    Ateşin üzerine doğru eğilmiş, kahve cezvesine bir buz parçası yerleştiren Henry başıyla onayladı. Ama tekrar tabutun üzerindeki yerine geçip de yemeğini yemeye başlayana dek konuşmadı.

    Saklandıkları yerin güvenli olduğunu biliyorlar dedi. Kaçıp av olmaktansa avcı olacaklardır. Epey akıllı köpekler bunlar.

    Bill başını salladı. O kadarını bilmiyorum.

    Arkadaşı ona merakla baktı. Akıllı olmadıklarıyla ilgili bir şey dediğini ilk defa duyuyorum.

    Henry dedi diğeri, ağzındaki fasulyeleri hatır hutur çiğnerken, ben köpekleri beslerken nasıl da dalaştıklarını fark ettin mi?

    Her zamankinden daha hiddetliydiler diyerek kabullendi Henry.

    Kaç tane köpeğimiz var Henry?

    Altı.

    Şey, Henry... Bill sözlerinin etkisini artırmak ister gibi bir an durdu. Ben de onu diyecektim Henry, altı köpeğimiz var ya. Çantadan altı balık çıkardım. Her bir köpeğe bir balık verdim, öyle yaptım Henry, ama bir balık eksik geldi.

    Yanlış saymışsın.

    Altı köpeğimiz var diye tekrarladı diğeri soğukkanlılıkla. Altı tane balık çıkardım. Tek Kulak’a hiç balık kalmadı. Bir kez daha çantaya gittim ki onun da balığını çıkarayım.

    Sadece altı köpeğimiz var dedi Henry.

    Henry diyerek devam etti Bill. Hepsi köpek değildi, ama balık yiyen yedi canlı vardı.

    Henry ateşin ilerisine bakmak ve köpekleri saymak için yemek yemeyi bıraktı.

    Şimdi altı tane var dedi.

    Diğerinin karın üstünde öbür tarafa koştuğunu gördüm dedi Bill kendinden gayet emin bir şekilde. Yedi taneydiler, gördüm.

    Henry acır gibi arkadaşına baktı ve, Bu seyahat bittiğinde çok mutlu olacağım dedi.

    Ne demek istiyorsun? diye sordu Bill.

    Bu iş senin sinirlerini bozmaya başladı, olmayacak şeyler görüyorsun artık.

    Bunu ben de düşündüm dedi Bill ciddiyetle. Dahası, öbür tarafa koştuğunu gördüğümde karın üzerinde bıraktığı izleri de gördüm. Sonra köpekleri saydım ve altı taneydiler. İzler hâlâ orada, karın üzerinde. Bakmak ister misin? Gel sana göstereyim.

    Henry cevap vermedi, sessizce yemeğini yemeye devam etti. Bitirdiğinde üzerine bir fincan kahve içti. Elinin tersiyle ağzını sildi ve şöyle dedi:

    O halde onun...

    Karanlığın içinde bir yerlerden gelen, inler gibi uzayıp giden, öfke ve keder yüklü bir çığlık sözünü kesti. Dinlemek için bir an durdu, sese doğru eliyle işaret ederek cümlesini bitirdi: ... onlardan biri olduğunu mu düşünüyorsun?

    Bill başıyla onayladı. Başka bir şey olmadığından kesinlikle eminim. Köpeklerin kopardığı yaygarayı sen de fark ettin.

    Feryat üzerine feryat ve bu feryatlara cevap olarak koparılan diğer feryatlarla, sessizliğin içinde adeta kıyamet kopuyordu. Haykırışlar dört bir köşeden yükseliyor, köpeklerse birbirlerine sokularak korkularını ele veriyorlardı, korkudan ateşe öyle yaklaşmışlardı ki tüyleri neredeyse yanacaktı. Bill piposunu yakmadan önce ateşe biraz daha odun attı.

    Yüzünden düşen bin parça dedi Henry.

    Henry... Bill konuşmasına devam etmeden önce piposundan dalgın dalgın birkaç nefes çekti. Henry, düşünüyordum da... senden ve benden şüphesiz çok daha şanslı o.

    Üzerine oturdukları sandığı başparmağıyla dürterek orada yatan üçüncü kişiden bahsettiğini belirtti.

    Sen ve ben Henry, öldüğümüzde, köpekleri cesedimizden uzak tutmak için üzerimize yeteri kadar taş atılırsa şanslıyız demektir.

    Ama yanımızda ne biri ne paramız ne de başka bir şey var, biz onun gibi değiliz ki diye cevapladı Henry. Uzak mesafeden cenazemizi kaldırtmak senin ve benim karşılayabileceğimiz şeyler değil.

    Beni asıl rahatsız eden şey Henry, onun böyle bir adam olması, ülkesinde efendi falan gibi bir şey olması; ne yiyecek bulmayı ne de üzerini örtecek bir battaniyeyi düşünmek zorundaydı. Dünyanın bir ucundaki Tanrı’nın unuttuğu bu yere neden geldiğini anlayamıyorum, işte buna bir türlü anlam veremiyorum.

    Eğer evinde kalsaydı kocayana kadar yaşayabilirdi diyen Henry arkadaşıyla hemfikirdi.

    Bill konuşmak için ağzını açtıysa da vazgeçti. Bunun yerine, bir duvar gibi etraflarını kuşatan karanlığı işaret etti. Bu mutlak karalıkta hiçbir şekil seçilemiyordu yalnızca kömür gibi parıldayan bir çift göz görülebiliyordu. Henry başıyla ikinci bir çift gözü, sonra üçüncüyü işaret etti. Kamp yerleri bu parlayıp sönen gözlerle çevrilmişti. Arada sırada bir çift göz hareket ediyor, bir diğeri dakikalar sonra yeniden ortaya çıkmak üzere gözden kayboluyordu.

    Köpeklerin huzursuzluğu gittikçe artmıştı, aniden artan korkularıyla ateşin yanına adeta yapışmış, adamların ayaklarının dibine sinmişlerdi. Bu kargaşa içinde köpeklerden biri ateşin kenarına fazlaca yaklaştı: Yanık kürkünden yükselen koku havaya yayılırken acı ve korkuyla haykırdı. Bu vaveyla gözlerin oluşturduğu çemberin bir anlığına huzursuzca yön değiştirmesine, hatta biraz da geri çekilmesine neden oldu, ne var ki köpekler sessizleştiklerinde gözler yeniden eski yerlerini aldı.

    Henry, cephanemizin bitmesi çok büyük şanssızlık.

    Bill pipo içmeyi bırakmıştı, kürk yatağını ve battaniyeyi, yemekten önce karın üzerine dizdiği ladin dallarının üstüne sermek üzere arkadaşına yardım ediyordu. Henry homurdandı ve mokasenlerinin bağcıklarını çözmeye koyuldu.

    Kaç tane fişek kaldı demiştin? diye sordu.

    Üç cevabını aldı. Keşke üç yüz tane olsaydı. O zaman şu kahrolasıcalara günlerini gösterirdim ben!

    Yumruğunu parıldayan gözlere doğru sinirli sinirli salladı ve mokasenlerini emniyetli bir şekilde ateşin yanına dayadı.

    Şu soğuk da bir kırılsaydı diye sözüne devam etti. Hava iki haftadır sıfırın altında elli derece. Keşke bu seyahate hiç başlamamış olsaydık Henry. Gidişatı hiç beğenmiyorum, ters giden bir şeyler var. Keşke şu yolculuk bitmiş olsaydı, biz de şimdi McGurry Kalesi’nde ateşin önünde oturmuş iskambil oynuyor olsaydık. Bir tek bunu isterdim.

    Henry homurdanarak yatağa kıvrıldı. Tam uykuya dalmıştı ki arkadaşının sesiyle irkildi.

    Diyelim ki Henry, ötekilerden biri geldi ve bir balık kaptı, o halde neden köpekler üzerine saldırmadı? Canımı sıkan da bu işte.

    Canın çok fazla sıkılıyor Bill dedi Henry uykulu sesiyle. Eskiden böyle değildin. Şimdi çeneni kapa ve uyu, sabaha daha iyi olursun. Miden ekşimiştir, asıl canını sıkan budur.

    Adamlar uykuya dalmıştı, tek bir örtünün altında yan yana yatıyor ve ağır ağır nefes alıp veriyorlardı. Ateş sönmüş, kampın çevresine üşüşen ışıltılı gözler biraz daha yaklaşmıştı. Köpekler korkuyla bir araya toplanmış, arada sırada bir çift göz yaklaştıkça tehditkâr bir biçimde hırlıyorlardı. Bir ara öyle bir gürültü kopardılar ki Bill aniden uyandı. Arkadaşının uykusunu bölmemek için yavaşça yerinden kalktı, ateşe biraz daha odun attı. Ateş yeniden alevlenirken gözlerden oluşan çember de geriye çekildi. Bill birbirine sokulmuş köpeklere şöyle bir baktı. Gözlerini ovuşturduktan sonra biraz daha dikkatle baktı. Sonra yeniden battaniyenin altına girdi.

    Henry dedi. Baksana Henry.

    Henry uykusundan uyanırken sızlandı ve, Yine ne oldu? diye sordu.

    Hiiiç cevabını aldı. Şey... sadece, yine yedi tane oldular. Şimdi saydım.

    Henry bu haberi, horultuya dönüşen bir homurtuyla karşıladı ve yeniden uykuya daldı.

    Sabah olduğunda ilk uyanan ve arkadaşını yataktan kaldıran Henry oldu. Saat sabahın altısı olmasına rağmen güneşin doğmasına daha üç saat vardı. Henry karanlıkta kahvaltı hazırlamaya girişti, bu sırada Bill de battaniyeyi toparlayıp kızağı hazırladı.

    Söylesene Henry diye sordu aniden, kaç tane köpeğimiz var demiştin?

    Altı.

    Yanlış. Bill zafer kazanmışçasına söylemişti bu kelimeyi.

    Yine yedi tane mi? diye sordu Henry.

    Hayır, beş tane. Biri gitmiş.

    Lanet olsun! diye bağırdı Henry öfkeyle ve kahvaltı hazırlamayı bırakıp köpekleri saymak için döndü.

    Haklısın Bill dedi. Şişko gitmiş.

    Hem de şimşek hızıyla gitmiş. Ardında iz bile bırakmamış.

    Hiç şansı olmamış dedi Henry. Diri diri yutmuşlar hayvancağızı. Eminim midelerine inerken bile acıyla havlamıştır zavallı, lanet olsun onlara!

    Çok aptal bir köpekti dedi Bill.

    Ama aptal da olsa hiçbir köpek böyle intihara gidecek kadar aptal olmamalıydı. Henry, her hayvanın kendine özgü özelliklerini tartar gibi, inceleyen gözlerle takımın geri kalanına baktı. Bahse girerim hiçbiri yapmazdı bunu.

    Onları ateşten sopayla uzaklaştıramazsın dedi Bill. Şişko’da bir sorun olduğunu hep sezmiştim zaten.

    İşte bu da Kuzey Toprakları yolunda ölen bir köpeğin ardından söylenen son sözler oldu: Diğer bir sürü köpeğin ve pek çok insanın ardından bu kadarı bile söylenmezdi.

    2: Dişi Kurt

    Kahvaltı edildi, kamp ekipmanları kızağa bağlandı, adamlar neşeyle yanan ateşe sırt çevirerek karanlığın içine daldılar. Hemen sonra etrafta, öfkeli ve hüzünlü feryatlar yükselmeye başladı, bu sesler karanlık ve soğuk havanın içinde birbirlerine sesleniyor, birbirlerine cevap veriyor gibiydi. Derken karşılıklı sesler kesildi. Gün saat dokuzda aydınlandı. Öğlen olduğunda güney yönünde gökyüzü pembe rengini aldı; yeryüzünün çıkıntısının, tepedeki güneş ile kuzey kısmın arasında girdiği yeri gözler önüne serdi. Sonra pembelik de hızla yitip gitti. Varlığını saat üçe kadar sürdüren gri gün ışığı ve Kuzey Kutbu gecelerinin kasvetli örtüsü hâkimdi ıssız ve sessiz araziye artık.

    Karanlık çöktükçe sağdan, soldan ve arkalarından duydukları av feryatları gittikçe yaklaşıyordu, bu sesler artık öyle yakındı ki büyük uğraş vererek yürümeye çabalayan köpekler dalga dalga korkuya kapılıyor, paniğe uğruyorlardı .

    Köpekler yeniden paniğe kapıldıklarında Bill ve Henry onlara koşum vurmak zorunda kaldı. Bill şöyle dedi:

    Keşke buralarda bir yerde başka av hayvanlarına denk gelseler de bizi rahat bıraksalar.

    Fena halde sinir bozuyorlar dedi Henry ona katılarak.

    Kamp yeri hazır olana kadar konuşmadılar.

    Henry duyduğu ıslıkla birdenbire irkildiğinde, yere eğilmiş, fasulyelerle dolu tencerenin içine buz koyuyordu. Bu, Bill’in uyarı amaçlı çaldığı bir ıslıktı. Sonrasındaysa köpeklerin arasından kederli, keskin ve öfkeli bir feryat duyuldu. Henry tam zamanında doğruldu ve belli belirsiz bir şeklin karlı arazinin öte tarafına geçerek karanlığın sığınağında kaybolduğunu gördü. Sonra köpeklerin ortasında duran Bill’i fark etti, yarı muzaffer yarı mahzun bir hali vardı, bir eliyle kalın bir sopayı, öbürüyle güneşte kurutulmuş bir somon balığının kuyruk kısmı ile yarım kalmış gövdesini tutuyordu.

    Yarısını kaptı dedi, ama sopayı tam zamanında küt diye indirdim. Ciyakladığını duydun mu?

    Neye benziyordu? diye sordu Henry.

    Göremedim. Ama dört bacağı vardı, bir de ağzı, kürkü de vardı ve tıpkı bir köpeğe benziyordu.

    Evcil bir kurt olmalı.

    Evcildi tabii lanet olasıca, ama o her neyse tam yemek vaktinde buraya geliyor ve balıklardan payına düşeni alıyor.

    O akşam, yemeği bitirdikten sonra dikdörtgen sandığın üzerinde oturup pipolarını tüttürmeye başladıklarında, çevrelerini saran parıltılı gözler her zamankinden daha fazla yaklaşmıştı.

    Keşke birkaç geyik bulsalar da bizi rahat bıraksalar dedi Bill.

    Henry hoşnutsuz biçimde homurdandı ve bir çeyrek saat boyunca hiç konuşmadan oturdular. Henry ateşe, Bill ise ateşin ötesindeki karanlığın içinde parlayıp sönen gözlere bakıyordu.

    Şimdi McGurry’ye giriyor olsaydık diye söze başladı yine.

    Şu dileklerine ve sürekli mızıldanmaya bir son ver artık dedi Henry aniden sinirlenerek. Miden ekşimiştir, seni rahatsız eden tek şey bu. Bir kaşık karbonat yut, böylece kendini mükemmel hissedersin, ayrıca bana da daha keyifli bir yol arkadaşı olursun.

    Sabah olduğunda Henry, Bill’in ağzından dökülen okkalı küfürlere uyandı. Kalkmak üzere dirseğinin üzerine dayandı ve arkadaşının, bir kez daha yaktığı ateşin yanında, köpeklerin ortasında dikildiğini gördü; kolları birini azarlayacak gibi yukarı kalkmıştı ve suratı hiddetten çarpılmış gibiydi.

    Hey! diye bağırdı Henry. Yine ne oldu?

    Kurbağa gitmiş oldu yanıt.

    Yok canım!

    Aynen öyle!

    Henry battaniyenin altından fırlayıp köpeklere doğru yürüdü. Dikkatle saydı ve bir köpeklerini daha çalan Vahşi Doğa’nın gücüne lanetler okumak üzere o da arkadaşına katıldı.

    Kurbağa, sürünün en güçlü köpeğiydi dedi Bill sonunda.

    Ayrıca hiç de aptal değildi.

    Böylece iki gün içinde ikinci kez, ölenin ardından edilen son sözler de kayda geçirilmiş oldu.

    Kahvaltılarını hüzün içinde yaptılar ve geriye kalan dört köpek kızağa koşuldu. Bugün de tıpkı geçen

    Enjoying the preview?
    Page 1 of 1