Discover millions of ebooks, audiobooks, and so much more with a free trial

Only $11.99/month after trial. Cancel anytime.

Dorian Grey'in Portresi
Dorian Grey'in Portresi
Dorian Grey'in Portresi
Ebook287 pages3 hours

Dorian Grey'in Portresi

Rating: 0 out of 5 stars

()

Read preview

About this ebook

Bir yandan korkun bir yandan umudun varsa iki kanatlı olursun, tek kanatla uçulmaz zaten.

Mevlânâ



Oscar Wilde'ın "Okuyan herkes baş karakterde kendi günahını görecek," dediği tek romanı Dorian Gray'in Portresi edebiyatın kuşkusuz en büyük klasik eserlerinden biri... Fakat Dorian Gray'in Portresi'ni bu kadar büyük ve zamansız kılan, ahlaka, yargılara, güzelliğe, sanata, gençliğe, toplumsal normlara ve korkularımıza dair söyledikleri... Ressam Basil Hallward'ın güzelliğiyle büyüleyen genç Dorian Gray'in portresini yapması ve bu portrenin genç adamın hayatını ele geçirişini anlatan "zamansız" bir başyapıt.



"… Gençliğiniz sürerken tadını çıkarın. Can sıkıcı şeyleri dinleyerek, umutsuz başarısızlıkları gidermeye çalışarak ya da hayatınızı cahiller, sıradanlar, bayağılar için tüketerek altın günlerinizi boşa harcamayın; bunlar çağımızın sağlıksız hedefleri, sahte idealleri. Yaşayın! İçinizdeki harika hayatı yaşayın!

Hiçbir şeyi ziyan etmeyin. Hep yeni heyecanlar arayın. Hiçbir şeyden korkmayın…".
LanguageTürkçe
Release dateJun 12, 2023
ISBN9786050984354
Dorian Grey'in Portresi
Author

Oscar Wilde

Born in Ireland in 1856, Oscar Wilde was a noted essayist, playwright, fairy tale writer and poet, as well as an early leader of the Aesthetic Movement. His plays include: An Ideal Husband, Salome, A Woman of No Importance, and Lady Windermere's Fan. Among his best known stories are The Picture of Dorian Gray and The Canterville Ghost.

Related to Dorian Grey'in Portresi

Related ebooks

Related categories

Reviews for Dorian Grey'in Portresi

Rating: 0 out of 5 stars
0 ratings

0 ratings0 reviews

What did you think?

Tap to rate

Review must be at least 10 words

    Book preview

    Dorian Grey'in Portresi - Oscar Wilde

    DORIAN GRAY’İN PORTRESİ

    Özgün adı: The Picture of Dorian Gray

    Yazan: Oscar Wilde

    Çeviren: İlknur Özdemir

    Yayına hazırlayan: Senem Kale

    Kapak tasarımı: Serkan Yolcu

    Grafik uygulama: Havva Alp

    Türkiye Yayın Hakları: © Doğan Egmont Yayıncılık ve Yapımcılık Tic. A.Ş.

    Bu eserin bütün hakları saklıdır. Yayınevinden yazılı izin alınmadan kısmen veya

    tamamen alıntı yapılamaz, hiçbir şekilde kopya edilemez, çoğaltılamaz ve yayımlanamaz.

    Dijital yayın tarihi: /Haziran 2021 / ISBN 978-605-09-8435-4

    Doğan Egmont Yayıncılık ve Yapımcılık Tic. A.Ş.

    19 Mayıs Cad. Golden Plaza No:1 Kat:10 Şişli 34360 İSTANBUL

    Tel: (0212) 373 77 00 / Faks: (0212) 246 66 66

    www.dexkitap.com / satis@dogankitap.com.tr / satis@de.com.tr

    Çeviren: İlknur Özdemir

    Lanetli Yazar, Lanetli Roman

    Çağını aşan bir yazardır Oscar Wilde. Başyapıtı Dorian Gray’in Portesi ise yazarla yapıt, yapıtla çağ arasındaki organik ilişkinin en iyi örneklerinden biridir.

    Oscar Wilde’ın yaşadığı 19. yüzyıl, İngiltere’de Viktorya çağı olarak anılır. Sanayinin geliştiği, ülkeye giren para miktarının arttığı, toplumun küçük bir kesimi giderek zenginleşirken büyük bir kesimin kentlere yığılan yoksul işsizlerden oluştuğu, Londra’da günlük suç işleme oranının eşi benzeri görülmedik rakamlara ulaştığı Viktorya Çağı’nda, İngiltere’de katı bir ahlakçılık egemendi. Yönetimdeki soylu ve zengin sınıf, toplumun diğer kesimlerine dünyadan ellerini eteğini çekmelerinin, dine sarılmalarının, çektikleri çileye sabırla katlanmalarının mükafaatı olarak cennetin kapılarının açılacağını vaaz ediyordu. Orta sınıf, küçük esnaf, memurlar ya da işçiler ise yoksulluklarına rağmen, içinde bulundukları durumu sorgulamak yerine, sadece bir iş sahibi oldukları için, kilise öğretisine şükran hisleriyle daha sıkı sarılıyorlardı. Dönemin ahlakı gereği işsizler ve yoksullar, işsiz ve yoksul oldukları için en büyük günahkarlardı.

    Bütün bu katı tutumuna rağmen Viktorya Çağı ahlakı hiç de temiz değildi. Tersine, ahlaklı olmayı en çok savunanlar, yani tutucular, örneğin soylu lord, saygın aile reisi, kilisenin rahibi, fabrikanın müdürü, zengin tüccar, hepsi de, gizliden gizliye kaçınılması vaaz edilen günahları tatmanın peşindeydiler… Kısacası, bu çağın ahlakı yöneticilerin, soyluların, zenginlerin çıkarlarını koruyan iki yüzlü bir ahlaktı.

    1854 Dublin doğumlu olan Wilde, böyle bir toplumsal yaşantıya, ahlaksızlığın ahlakına boyun eğmedi. Yazdığı kitaplar, savunduğu düşünceler ve sürdürdüğü hayat tarzıyla yetişkinler dünyasını alt üst etmeyi göze alabilmişti. Onun hayatını alt üst eden ise –muhazakârları rahatsız eden davranışlarının yanı sıra– kendi yazdığı romanı, Dorian Gray’in Portresi olmuştu.

    Düşmanlarının sayısı hızla artmakla birlikte yıldızı parlıyordu Wilde’ın. Kariyerinin neredeyse bütün önemli eserlerini 1887-1893 arasındaki dönemde üretti. Hayatı ve yıldızının parlaklığı –1890’da bir Amerikan dergisinde tefrika edilen– tek romanı Dorian Gray’in Portresi’nin Londra’da kitap halinde yayımlanmasıyla karartılacaktı. Pek çok kuruma, soyluluğa, toplumsal adaletsizliğe yönelik keskin yargıları görmezden gelinebilirdi belki ama dönemin ahlakına aykırı konulara yer vermesi Victoria çağı İngilteresi’nde kabul edilemezdi. Oscar Wilde, simgesel bir linçle cezalandırılacaktı. 1895 yılında ahlaka aykırı davranışları nedeniyle yargılanıp hapse mahkûm edilen yazar, hapisten çıktıktan sonra bir daha dönmemek üzere Londra’yı terketti. 1900 yılında, Paris’te bir otel odasında, unutulmuşluk ve yoksulluk içinde öldü. Toplumsal bağnazlık ve dar görüşlülük bir dehayı daha tüketmişti. Yazarın torunlarından birinin deyişiyle; Oscar Wilde, Krallık, çağının kibirli ikiyüzlülüğüne meydan okumaya cesaret etmiş parlak ve öfkeli bir hayatın yirmi yılını sembolik olarak kendisinden koparmıştı.

    Özgün Bir Faust Uyarlaması

    Dorian Gray’in Portresi’nin kahramanı Dorian Gray isimli, neredeyse saf bir güzelliğe sahip, genç bir adamdır. Başlangıçta ahlaki açıdan da saftır Dorian. Her şey ressam Basil Hallward’ın ona tutulup bir portresini yapmasıyla başlar. Dorian bu sayede Basil’in arkadaşı Lord Henry Wotton ile tanışır. Lord Henry Wotton da Dorian’in güzelliği karşısında büyülenmiştir. Karşısındakileri etkileme becerisine sahip Lord, hazcı –hayatta en önemli değerlerin zevk ve güzellik olduğunu, erdemli olmanın yaşamın zevklerini yok ettiğini savunan– hayat felsefesiyle Dorian’ı da kısa zamanda etkisi altına alacak ve onu Londra’nın sefahat alemlerine sürükleyecektir. Dorian’ı yitirmenin üzüntüsüyle eserine daha büyük bir tutkuyla eğilen Basil sonunda resmi tamamlar. Ortaya çıkan tablo büyüleyicidir. Tabloyu kimseye satmak istemeyen Basil, gönülsüzce de olsa Dorian’a hediye eder. Dorian kendi resmine âşık olur. Yaşlandıkça bu güzelliğini kaybedeceğini düşünen Dorian –simgesel olarak– ruhunu satmak anlamına gelen bir dilekte bulunur; Kendisinin genç kalması ve portrenin yaşlanmasına dair çılgınca bir arzusunu dile getirmişti; kendi güzelliğinin bozulmadan kalmasını, tuvaldeki yüzün ise kendi ihtiraslarının ve günahlarının yükünü taşımasını istemişti; resimdeki yüzünde, çektiği acıların ve düşüncelerin çizgilerinin görünmesini, kendisininse o sırada ancak bilincine vardığı gençliğinin bütün narin tazeliğini ve sevimliliğini korumasını arzulamıştı...

    Dorian Gray’in dileği gerçekleşecektir. Yıllar ilerledikçe Dorian, her türlü hazza yelken açmış, kötülük ve günahlarla yüklü bir hayat sürdürmüş ama fiziksel açıdan hiç değişmemiştir. Buna karşılık portresi işlediği her günahla biraz daha çirkinleşir, her geçen yıl biraz daha yaşlanır. Öyle bir an gelir ki tablo çirkin bir şeytanın portresine dönüşür. Lanetten kurtulmak isteyen Dorian zor bir seçim yapmak zorundadır...

    Bu kısa özetten anlaşılacağı üzere fantastik motiflerle süslenmiş, yer yer ürkütücü sahneler içeren bir hikâye anlatmış Oscar Wilde. Tam da çağını yansıtan bir hikâye. Zira Wilde’ın yaşadığı yıllarda Gotik edebiyat çok fazla ilgi görüyordu. Doğrusunu söylemek gerekirse Oscar Wilde da bu tür anlatılara meraklıydı. Üstelik deneyimliydi de. Çocuklar için yazdığı masallarında, yetişkinlere yönelik hikâyelerinde fantastik dünyanın kapılarını açmıştı. Mesela Lord Arthur Savile’in Suçu adlı hikâyesi mistik bir cinayet öyküsüdür. Kaderin kaçınılmazlığı üzerine kurulu bir trajediyi, –metnin ciddiyetini bozmadan– olay ve karakter seçimiyle bir mizaha, bir durum komedisine, sonuçta toplumsal taşlamaya dönüştürür. Bir yandan Londra sosyetesinin boş inançlara inanmalarına, bilgisizliklerine, değer yargılarına saldırırken öte yandan kurduğu atmosferle Poe’yu aratmayacak bir gerilimi yakalamayı da başarır.

    Çocuklar için kaleme aldığı masallarda daha sevecen ama bir o kadar da hüzünlüdür Oscar Wilde. Çünkü çocuklara yetişkinler dünyasını, sevgisiz bir hayatın nasıl da çirkinleştiğini, kibirin ve bencilliğin insanı nasıl gülünçleştirdiğini göstermek istemiştir. Yetişkinler dünyasının gerçeklerini masal diline çeviren Oscar Wilde, sonu iyi biten masallarında bile iyilerin bu hayatta hak ettikleri yeri bulamayacaklarını, mükafatlarını ancak başka bir dünyada alabileceklerini sezdirir. Yapmak istediği yetişkinler dünyasının gerçeklerini masal diline çevirmek ve çocukları yetişkinlerin dünyasının iki yüzlülüğüne karşı uyarmaktır.

    Hesaplaşma

    Dorian Gray’in Portresi’ni de aynı zihniyetin ürünü olarak değerlendirebiliriz. Oscar Wilde’ın bu fantastik hikâyesinde teşhir etmek istediği ikiyüzlülüktür, sevgisizliktir, düş yoksunluğudur, toplumun değer yargılarındaki çıkarcılıktır. Okurken, insana ve topluma ilişkin yorumlarda, tespitlerde acı alaycılık ve keskin eleştirinin hiç eksilmediği fark edilir. Eleştiriden en fazla nasiplenenler ise din adamları, aristokrat sınıfı, politikacılar ve sanatçılar... Ve elbette onları yaratan koşullar; sanayi devriminin –yani kapitalizmin– kitlelerde yarattığı maddi/manevi tahribat...

    Wilde’ın sivridilliliği sadece başkalarına yönelik değildir. Kendisini de işin içine katmaktan çekinmez. Zaten romanın ana karakterlerinin canlılığı ve derinliği Wilde’ın iç gözlem gücünden gelir. Ama kendisini bir karakter olarak ortaya koymaz. Otobiyografik romanlardan hiç haz etmeyen bir yazar olarak Oscar Wilde, kendisini –duygu ve düşünce dünyasını– romanın tamamına dağıtmıştır. Yazdığı bir mektuptan bir alıntı yaparak daha iyi özetleyebilirim; Basil Hallward kendi hakkımda düşündüklerim: Lord Henry dünyanın benim hakkımda düşündükleri: Dorian –belki başka yaşlarda– olmak istediğimdir...

    Oscar Wilde –Sunumundan başlayarak– pek çok konuya değiniyor. Pek çok meseleyi tartışıyor, böylelikle kendi sanat –ve ahlak– anlayışını ortaya koyuyor. Yazarı ve romanını daha iyi kavrayabilmek için özellikle aşağıdaki alıntıya dikkat etmek zorundayız;

    Ahlaklı ya da ahlaksız kitap diye bir şey yoktur. Kitaplar iyi yazılmışlardır ya da kötü. Hepsi bu. (...) Ahlaksız sanatçı yoktur. Bir sanatçı her şeyi ifade edebilir. Düşünce ve dil, sanatçı için bir sanatın araçlarıdır. Kötülük ve erdem, bir sanatçı için sanatında kullanacağı malzemelerdir. Biçim açısından, bütün sanatların ideal örneği müzisyenin sanatıdır. Duygu açısından, aktörün sanatı ideal örnektir. Bütün sanatlar hem yüzey hem semboldür. Yüzeyin altına inenler, kendilerini riske atarak yaparlar bunu. Sembolü yorumlayanlar, kendilerini riske atarak yaparlar bunu.

    Gerçekte de gerek kurgusu ve hikâyesi gerek tartıştığı meselelerle çok katmanlı okumalara açık bir roman yazmış Oscar Wilde. Fantastik öğeyi ustalıkla; tartıştığı meselelere uygun, onları gölgede bırakmayacak ama hikâyeye merak ve gerilim unsuru da katacak biçimde kullanmış. Gotik romanın doğaüstü öğeleriyle Fransız dekadan edebiyatının büyük günahlarını birleştiren hikâyede Faust etkileri de var. Ancak Goethe’nin Faust’unu ters yüz etmiş Wilde. Faust ruhunu yüce amaçlar uğruna satmıştı. Victoria çağı İngiltere’sini ve toplumunu alaşağı etmek fikriyatından yola çıkan Wilde’ın roman kahramanı Dorian Gray ise kendi çıkarlarının peşinde...

    Dorian Gray’in Portresi’ni okuduğunuzda bir kez daha farkediyorsunuz ki klasikleri klasik yapan yıllar geçse de insana dair söylediklerinin geçerliliğinden bir şey kaybetmemesi... Wilde, Dorian Gray’in şahsında hem ölümsüz bir karakter yaratmış hem de güncelliğini yitirmeyen insani meselelere el atmış. Ruhların çok daha ucuza alınıp satıldığı bugünün dünyasında Dorian Gray gençliğini hâlâ koruyor.

    A. Ömer Türkeş

    Mayıs 2018

    Sanatçı, güzel şeylerin yaratıcısıdır. Sanatın amacı, sanatı ortaya çıkarıp sanatçıyı gizlemektir. Güzel şeyler hakkındaki izlenimlerini başka bir şekle, başka bir malzemeye dönüştürebilen kişi de eleştirmendir.

    Eleştirinin en üst şekli de en alt şekli de bir tür özyaşamöyküsüdür. Güzel şeylerde çirkin anlamlar bulanlar, sevimli değil, rezil kişilerdir. Bu bir hatadır.

    Güzel şeylerde güzel anlamlar bulanlar, kültürlü kişilerdir. Bunlar için umut vardır. Bunlar seçilmiş kişilerdir, güzel şeylerde güzellikten başka anlam aramazlar.

    Ahlaklı ya da ahlaksız kitap diye bir şey yoktur. Kitaplar iyi yazılmışlardır ya da kötü. Hepsi bu.

    On dokuzuncu yüzyılın gerçekçilikten hoşlanmaması, kendi yüzünü aynada gören Caliban’ın¹ öfkesidir. On dokuzuncu yüzyılın romantizmden hoşlanmaması, kendi yüzünü aynada göremeyen Caliban’ın öfkesidir. Kişinin ahlaklı hayatı, sanatçının malzemesinin bir kısmını oluşturur ama sanatın ahlakı, kusurlu bir aracı kusursuzca kullanmaktan ibarettir. Hiçbir sanatçı bir şey kanıtlamak istemez. Gerçek olan şeyler bile kanıtlanabilir. Hiçbir sanatçının etik tercihleri yoktur. Bir sanatçının etik tercihleri olması, üslubunda bağışlanamaz bir yapmacıklık bulunması demektir. Ahlaksız sanatçı yoktur. Bir sanatçı her şeyi ifade edebilir. Düşünce ve dil, sanatçı için bir sanatın araçlarıdır. Kötülük ve erdem, bir sanatçı için sanatında kullanacağı malzemelerdir. Biçim açısından, bütün sanatların ideal örneği müzisyenin sanatıdır. Duygu açısından, aktörün sanatı ideal örnektir. Bütün sanatlar hem yüzey hem semboldür. Yüzeyin altına inenler, kendilerini riske atarak yaparlar bunu. Sembolü yorumlayanlar, kendilerini riske atarak yaparlar bunu. Sanatın gerçekten yansıttığı seyircidir, hayat değil. Bir sanat eseri hakkındaki fikir ayrılıkları o eserin yeni, çok yönlü ve önemli olduğunu gösterir. Eleştirmenler görüş ayrılığında iseler sanatçı kendisiyle uyum içindedir. Yararlı bir şey yarattığı için bir adamı bağışlayabiliriz, tabii yarattığı şeye hayranlık beslemediği sürece. Yararsız bir şey yaratmasının tek mazereti, ona derin bir hayranlık beslenmesidir.


    1. Shakespeare’in Fırtına adlı oyunundaki karakterlerden biri. (ç.n.)

    Sanatın tümü tamamıyla yararsızdır.

    Oscar Wilde

    Stüdyoyu güllerin baygın kokusu doldurmuştu, ılık yaz rüzgârı bahçedeki ağaçların arasında dolaşıyor, açık kapıdan içeri leylakların ağır kokusu ya da pembe çiçekler açan dikenli çalılığın daha hafif rayihası geliyordu.

    Lord Henry Wotton, huyu olduğu üzere peş peşe sigara tüttürerek uzandığı Acem işi örtü yayılı divanın köşesinden, titreşen dalları taşıdıkları böylesi ateşli bir güzelliğin yükünü zor taşır gibi görünen bir sarısalkımın bal gibi tatlı, bal rengi çiçeklerinin ışıltısını görebiliyordu; ara sıra havadaki kuşların fantastik gölgeleri, geniş pencereyi kapatan kaba ipekten uzun perdelerin üzerinden geçiyor, bir an Japonya izlenimi yaratıyor, Lord’un aklına, Tokyo’nun, mecburen hareketsiz bir sanatın yardımıyla çabukluk ve hareket duygusunu aktarmaya çalışan o benzi solgun, yeşim taşı suratlı ressamlarını getiriyordu. Biçilmemiş, uzun otların arasında kendilerine yol bulan ya da haziranda erken açan gülhatmilerin siyah yapraklı saplarının çevresinde değişmez bir ısrarla dolaşan arıların monoton vızıltıları, sessizliği daha da bunaltıcı yapıyordu. Londra’nın uğultusu uzaklarda çalan bir orgun bas notaları gibiydi.

    Odanın ortasında, dimdik duran bir şövaleye tutturulmuş, olağanüstü güzellikteki bir genç adamın boy resmi duruyordu, önünde, biraz uzağında da ressam oturuyordu: Birkaç yıl önce aniden ortadan kaybolması, o günlerde halkın heyecanlanmasına neden olan ve pek çok tuhaf varsayımlara yol açan Basil Hallward.

    Sanatını kullanarak ustalıkla yansıttığı zarif ve çekici şekle bakarken yüzünü keyifli bir gülümseme yaladı ve orada kalacak gibi göründü. Ama ressam ansızın irkilip doğruldu, gözlerini kapadı, uyanmaktan korktuğu acayip bir rüyayı beyninin içinde hapsetmek istercesine parmaklarını gözkapaklarının üzerine bastırdı.

    Senin en iyi çalışman bu, Basil, bugüne kadar yaptığın en iyi resim, dedi Lord Henry, tembel tembel. Bunu gelecek yıl kesinlikle Grosvenor’a göndermelisin. Akademi çok büyük ve çok bayağı. Gönderebileceğin tek yer, Grosvenor.

    Hiçbir yere göndereceğimi sanmıyorum, diye yanıtladı onu ressam, Oxford’daki arkadaşlarının kendisiyle alay etmelerine yol açan o garip hareketle başını geriye atarak. Yo, hiçbir yere göndermeyeceğim.

    Lord Henry kaşlarını kaldırdı, bol afyonlu sigarasından tuhaf helezonlar oluşturarak çıkan dumanın incecik mavi halkalarının arasından ressama şaşkınlıkla baktı. Hiçbir yere göndermeyecek misin? Neden dostum? Bir nedenin var mı? Siz ressamlar ne tuhaf adamlarsınız! Ünlü olmak için aklınıza gelen her şeyi yaparsınız. Ünlü olur olmaz da ondan kurtulmak ister gibi görünürsünüz. Budalalık edersin çünkü dünyada, insanın hakkında konuşulmasından daha kötü tek bir şey vardır, o da hakkında konuşulmamasıdır. Böyle bir portre seni İngiltere’deki genç adamların çok üstüne çıkaracaktır, ihtiyarları da epeyce kıskandıracaktır, tabii eğer ihtiyarların bir şey hissetmesi mümkünse.

    Bana güleceğini biliyorum, diye yanıt verdi ressam, ama onu sergiletemem. Ona kendimden çok şey kattım.

    Lord Henry divana iyice yayıldı, bir kahkaha patlattı.

    Evet, güleceğini biliyordum ama ne olursa olsun söylediğim doğru.

    Kendinden çok şey kattın ha! Vay canına Basil, senin bu kadar kendini beğenmiş olduğunu bilmezdim; hem seninle bir benzerliğini göremedim, senin şu haşin, sert yüzünle, kapkara saçlarınla, fildişinden ve gül yapraklarından yapılmış gibi duran bu genç Adonis arasında bir benzerlik yok. Basil dostum, o bir narsist, sense... eh, senin yüzünde zeki bir ifade filan var. Ama güzellik, gerçek güzellik, zekâ ifadesinin başladığı yerde biter. Zekânın kendisi bir abartıdır ve her yüzdeki ahengi bozar. İnsan oturup düşünmeye başladığı anda tamamıyla burun kesilir ya da alın yahut herhangi ürkütücü bir şey. Seçkin mesleklerdeki başarılı adamlara bak. Ne kadar da tiksindiriciler! Tabii Kilise hariç. Ama Kilise’dekiler düşünmezler ki. Bir piskopos, on sekizindeyken kendisine öğretilenleri sekseninde bile söylemeye devam eder, dolayısıyla her zaman son derece sevimli görünür. Adını bana hiç söylemediğin ama resmine gerçekten hayran kaldığım şu gizemli arkadaşın, asla düşünmez. Bu fikrimin doğru olduğuna eminim. Kışın, seyredebileceğimiz çiçekler yokken ve yazın, aklımızı serinletmek için bir şeye ihtiyaç duyduğumuzda hep burada bulunması gereken, beyinsiz, güzel bir yaratık o. Kendini övme Basil, onunla aranda en ufak bir benzerlik yok.

    Beni anlamıyorsun, Harry. Elbette yok bir benzerlik. Bunun bilincindeyim. Aslında ona benzeseydim üzülürdüm. Omuz mu silkiyorsun? Sana gerçeği söylüyorum. Bedenle ve akılla ilgili bütün ayırıcı niteliklerde bir talihsizlik vardır, görünüşe göre tarih boyunca kralların yalpalayan adımlarının peşini bırakmayan türden bir talihsizlik. En iyisi, kimsenin arkadaşlarından farklı olmaması. Bu dünyada en iyi durumda olanlar çirkinler ve ahmaklar. Sessizce oturup ağızları bir karış açık, oynanan oyunu seyredebilirler. Zafer kazanmak hakkında hiçbir şey bilmeseler de en azından yenilgiyi öğrenmekten kurtulurlar. Hepimizin yaşaması gerektiği gibi yaşarlar, rahatsız edilmeden, kayıtsız ve huzurlu. Ne başkalarının mahvına neden olurlar ne de başkaları onları mahveder. Senin mevkiin ve varlığın, Harry; benimse zekâm, bu haliyle, –şöhretim, değeri her ne kadarsa; Dorian Gray’in yakışıklılığı– tanrıların bize verdikleri şeyler yüzünden hepimiz acı çekeceğiz, hem de ne acı.

    Dorian Gray mi? Adı bu mu? dedi Lord Henry, stüdyonun öbür tarafına, Basil Hallward’ın yanına giderken.

    Evet; adı bu. Sana söylemek istemiyordum.

    Neden ama?

    Ah, açıklayamam. Eğer birinden çok hoşlanırsam adını hiç kimseye söylemem. Söylersem sanki onların bir parçasını karşımdakine teslim etmişim gibi geliyor bana. Gizliliğe çok önem verdiğimi bilirsin. Gizlilik, modern yaşamı bize harika ya da gizemli gösteren tek şeydir. Gizlersek, en sıradan şey bile güzelleşir. Şehirden ayrılırken aileme nereye gideceğimi asla söylemem. Söylersem işin bütün zevki kaçar. Tamam, saçma bir alışkanlık ama her nasılsa insanın hayatına epeyce romantizm katıyor. Bu konuda çok aptalca davrandığımı düşünüyorsundur, değil mi?

    Hiç de değil, diye yanıtladı onu Lord Henry, elini Basil’in omzuna koyarak; hiç de değil sevgili Basil. Benim evli olduğumu unuttun sanırım, evliliğin tek çekici yanı, her iki tarafın da ihtiyacı olan aldatmacalı bir yaşam sağlaması. Karımın nerede olduğunu ben hiç bilmem, karım da benim ne yaptığımı bilmez. Buluştuğumuzda –ara sıra buluşuruz, dışarıda yemek yeriz ya da Dük’lerin evine gideriz– gayet ciddi bir yüzle birbirimize en saçma sapan hikâyeleri anlatırız. Karım bu işte çok iyidir... aslında benden çok daha iyidir. Randevuları konusunda aklı hiç karışmaz, benimse hep karışır. Ama beni yakalarsa hiç olay çıkarmaz. Bazen keşke çıkarsa diyorum; benimle alay etmekle yetinir.

    Evlilik hayatın hakkında böyle konuşmandan nefret ediyorum Harry, dedi Basil Hallward, elini o sözleri savuştururcasına sallayarak. Sonra bahçeye açılan kapıya yöneldi. Senin gerçekten çok iyi bir koca olduğuna ama kendi erdemlerinin tümünden utandığına inanıyorum. Olağanüstü bir adamsın. Asla ahlaki bir şey söylemiyorsun, yanlış bir şey de yapmıyorsun. Senin sinikliğin numaradan başka bir şey değil.

    Doğal olmak sadece numara, hem de bildiğim en sinir bozucu numara, diye bağırdı Lord Henry, gülüyordu; iki genç adam birlikte bahçeye çıktılar, yüksekçe bir defne ağacının gölgesinde duran uzun bir bambu banka oturdular. Güneş ışığı, ağacın parlak yapraklarının üzerinden kayıyordu. Otların arasındaki papatyalar titriyordu.

    Bir aradan sonra Lord Henry saatini çıkardı. Korkarım ki artık gitmem gerek, Basil, diye mırıldandı, gitmeden bir süre önce sana sorduğum bir soruyu yanıtlamanı istiyorum.

    Neymiş o? diye sordu Basil Hallward, gözlerini yerden kaldırmadan.

    Pekâlâ biliyorsun.

    Bilmiyorum Harry.

    Eh, ne olduğunu söyleyeyim o zaman. Dorian Gray’in resmini neden sergilemeyeceğini açıklamanı istiyorum. Gerçek nedeni söyle bana.

    Gerçek nedenini söyledim sana.

    Hayır, söylemedin. O resme kendinden çok şey kattığını söyledin. Çocukça bir neden bu.

    Harry, dedi Basil Hallward, gözlerini onun yüzüne dikerek, duyarak yapılan her portre, sanatçının portresidir, karşısında oturanın değil. Oturan kişi sadece rastlantıdır, fırsattır. Ressamın ortaya çıkardığı kişi o değildir; daha ziyade ressamın kendisidir, tuvaldeki renklerle kendisini ortaya çıkaran odur. Bu resmi sergilemek istemememin nedeni, orada kendi ruhumun sırrını göstermiş olmaktan korkmamdır.

    Lord Henry güldü. Peki, neymiş bu sır?

    Sana anlatayım, dedi Hallward ama yüzünde bir kararsızlık okundu.

    Kulak kesildim, diye mırıldandı arkadaşı, ona bakarak.

    Ah, aslında anlatacak pek az şey var gerçekten de, diye yanıt verdi genç ressam; senin bunu anlayamamandan korkuyorum. Belki inanman da kolay olmaz.

    Lord Henry gülümsedi, yere eğildi, çimenlerin arasından kopardığı pembe papatyayı inceledi. Anlayacağıma gayet de eminim, diye yanıt verdi, gözlerini papatyanın ortasındaki altın sarısı, beyaz tüylü, küçük yuvarlaktan ayırmadan, ve inanılmaz olması koşuluyla herhangi bir şeye inanabilirim.

    Ağaçlardaki çiçeklerin bir kısmı rüzgârla dallarından kopup savruldu, leylakların ağır çiçekleri, öbek öbek yıldızlarıyla durgun havada oraya buraya döküldü. Otların arasında bir çekirge ötmeye başladı, uzun, ince bir

    Enjoying the preview?
    Page 1 of 1