Discover millions of ebooks, audiobooks, and so much more with a free trial

Only $11.99/month after trial. Cancel anytime.

Helin'e Mektuplar
Helin'e Mektuplar
Helin'e Mektuplar
Ebook756 pages9 hours

Helin'e Mektuplar

Rating: 0 out of 5 stars

()

Read preview

About this ebook

Sevgili Helin,
Pelin’e Mektuplar adındaki internet sitesinin yazılarını okudukça kuşkularım artıyor. Galiba hain meslektaşım Öteki’ni boşuna suçluyorum. Bütün bunları ben yazmış olabilirim. Kendime olan güvenim o kadar yıkıldı ki, sözle anlatamam bunu sana. Ne yapacağım ben? Sanrılarım, kabuslarım giderek artıyor. Söylemeyi unuttum... Geçenlerde yine annemi gördüm. Daha doğrusu kadının birini, önce anneme benzettim. Başında yemenisi, sırtında siyah yeleği, bacağındaki çiçekli şalvarıyla, annem gibi orta boylu görünen bir kadın, yüz metre ileride okulun kapısı önünde durmuş, üzgün gözlerle bana bakıyordu. Bir süre daha durduktan sonra ayağındaki yeşil renkli naylon terlikleri sürüyerek, ara sokaklardan birine doğru uzaklaştığını gördüm. Mevsim bahar ama, nicedir baharı, ağaçları gördüğüm, kuşların sesini duyduğum mu var? Sadece trafiğin uğultusu duyuluyor buralarda. Yakında bütün kuşlar, köpekler, kediler gitse yeridir. Ama gitmiyorlar, özellikle serçelerle güvercinler, kedilerle köpekler inatla bizleri terk etmemeleri bana o kadar ilginç geliyor ki. İsteseler yürüye yürüye daha güzel bir ülkeye gidemezler mi? Herhalde onların sınırı geçememek gibi bir sorunu olmasa gerekir, ama gitmiyorlar işte. Sevdikleri bizmişiz gibi yanımızdan uzaklaşmıyorlar. Ben onların yerinde olsam çeker giderdim. Ne bileyim, Almanya’ya giderdim mesela... Aslında kafeste gibiyim... bak ne diyeceğim... gerçek şu: köpek de olsam bir yere gidemem. Cesaretim yok... Kendi ülkesine sığamayan birinin başka ülkeye sığması mümkün mü? Türk ve Müslüman biri olarak nereye gitsen aşağılanırsın. Kendi ülkenin kadınlarından ilgi görmemişsin, başka ülkenin kadınları yüzüme bile bakmaz. Zehir gibi, buz gibi yalnızlıklar yaşarım. Kokmuş cenazemi, güneş görmeyen bir bodrum katında aylar sonra bulurlar... Neyse...
Bunları düşünüyordum ki, gözüme o kadın ilişti. Otuz beş, kırk yaşlarında gösteren kadını gördüm ya Helinciğim, belki inanmayacaksın... Burnuma bir yerlerden annemin kokusu geldi. 'Annenin kokusu mu olurmuş,' deme sakın. İnsan çocukluğunu hatırlamaya görsün, o koku kendiliğinden gelir. Gerçekten bu koku, bu yüz, bu yürüyüş, kadının üzerinde gördüğüm giysiler anneme aitti. Nasıl olduysa ardı sıra yola koyuldum. Ayaklarım kontrolünü kaybetmiş, kadının peşi sıra yürümeye başlamıştı. Bunu yaptığıma inanmasam da yürümeye devam ettim. Kadın hâlâ takip etmiyormuşum gibi arkasına bakmıyordu. Acaba yanlış mı görmüştüm? Bunca yıldan sonra bir insan annesinin gençliğini hatırlayabilir mi? İnsan insana benzemez mi Helinciğim. Nedir bendeki bu ısrar, bir takıntının peşinde sürüklenip gitmeler, anlamış değilim. Daha yakından görebilmek için inat ettim ya, başka bir yoldan önüne çıkabilir miyim diye düşünmeye başladım. En iyisi hızlanmak, sonrada çaktırmadan geri dönmekti. Yine ayaklarım benden emir almaksızın hızlanarak yürümeye devam etti. Marketin önünde durup meyve sebze tezgahlarına bakarak oyalanmaya başladım. Kadın da markete doğru yürüyordu. İyice yaklaşınca başımı kaldırıp bir daha yüzüne baktım. Yanılmamıştım. Bu yüz tıpa tıp annemi andırıyordu. Dedim ya genç bir kadındı. Otuzlu yaşlarında ancak vardı. Atmış yaşına merdiven dayadığıma göre, ölmüş annemi, hem de çocukluğumdaki genç haliyle görüyor olamazdım. Elbette rüyalarda olacak bir durumdu bu. Belki birazdan uyanırım diyordum. Hayır öyle olmadı. Kadın gülümseyerek yanıma geldi.
—Siz rehber öğretmen misiniz? diye sordu.
—Evet dedim.
Beni tanıdığını, rehberlik servisine gelmek istediğini, bir türlü vakit bulamadığını, üçüncü sınıfa giden oğlunun çok yaramaz olduğunu, kavgaya karıştığını, çevresine çok zarar verdiğini söyledi.
Bendeki şaşkınlığı düşüne biliyor musun Helinciğim? Annemle konuşuyordum ama o beni tanımıyordu? Kekeleyerek, söylenenleri duymamışım gibi,
—Öğrenciniz kaçıncı sınıfta okuyor? diye sordum.
—İkinci sınıfta okuyor, dedi.
—Adı ne?
—Nasuh, demesin mi?
—Benim adım da Nasuh dedim, tesadüfe bak.

LanguageTürkçe
PublisherYusuf Solmaz
Release dateJul 28, 2023
ISBN9798215361931
Helin'e Mektuplar
Author

Yusuf Solmaz

Rehber öğretmen Yusuf Solmaz, Ankara Üniversitesi Eğitim Bilimleri Fakültesi, Eğitimde Psikolojik Hizmetler Bölümü mezunu. Okullarda psikolojik danışman olarak görev yaptı. Solmaz, 1963 yılında Türkiye'de doğdu. İlkokul ve liseyi Yozgat'ta tamamladı. Üniversite eğitimine 1983 yılında Ankara'da Eğitim Bilimleri Fakültesi'nde başladı. Fakültenin, önceki adı Eğitimde Psikolojik Hizmetler (EPH), şimdiki adı Psikolojik Danışman ve Rehberlik (PDR) olan bölümünden mezun oldu. Ülkenin değişik yerlerinde okul psikolojik danışmanı olarak görev yaptı. İlkokul, ortaokul, lise, anaokulu, rehberlik araştırma merkezi gibi kurumlarda, otuz yıla yakın okul psikoloğu olarak çalıştı.Askerliğini, öğretmensizlik nedeniyle açılamayan bir okulda, adı terörle anılan, çok sayıda öğretmenin ve sivilin terör kurbanı olduğu bir bölgede, asker öğretmen olarak yaptı. Küçük bir mezrada, birleştirilmiş bir sınıfta Türkçe bilmeyen öğrencilere, bir yıl kadar, okuma yazma eğitimi verdi.Bir grup arkadaşıyla, öğretmenlerin mesleki sorunlarını ele alan, demokratik ve laik eğitimi savunan bir derginin çıkarılmasında, basılmasında, dağıtılmasında, yaşatılmasında gönüllü olarak görev aldı. Yeni kurulan eğitim sendikasına kaydını yaptırdığında, öğretmenlerin sendikalara üye olması yasaktı. Darbeci generaller, eğitimcilerin, akademisyenlerin, memurların sendika üyesi olmasını istemiyordu. Yusuf Solmaz, buna benzer anti demokratik yasalara karşı çıktı. Meslek hayatı boyunca darba hukukunu değiştirmeyen, bu hukuk üzerinden ülke yöneten iktidarları protesto eden eylemlere katıldı.Kimi dergi ve gazetelerde yayımlanan yazılarından dolayı adı defalarca soruşturmalara konu oldu. Birçok kez düşüncelerinden, mesleki çalışmalarından ve sendikal faaliyetlerinden, katıldığı eylemlerden dolayı kurum amirleri tarafından disiplin cezası ile cezalandırıldı. İş hayatının önemli bir kısmı bu cezaları iptal ettirmeye çalışmakla geçti. Görev yaptığı okulların çoğunda yöneticilerin sistematik yıldırma girişimlerine maruz kaldı.Yüksek lisans yapmaya hak kazanınca tekrar Ankara'ya döndü. Mastır çalışmalarını, üniversitenin Güzel Sanatlar Eğitimi alanında sürdürdü. Farklı üniversitelerden sanat eğitimi, sanat eleştirisi, sanat psikolojisi, sanat tarihi, sanat ve yaratıcılık, sanat ve insan, sanat ve varoluş psikolojisi üzerine dersler aldı.Eşcinsel eğilimleri olduğu ileri sürülen ünlü yazar Sait Faik'in hayatını tez konusu olarak inceledi. Bu çalışma, tez danışmanının eşcinselik konusuna itirazı nedeniyle tamamlamadı. Fakülde tarafından kabul edilmeyen tez, daha sonra bir yayınevi tarafından kitap olarak basıldı.Yusuf Solmaz, askerlik görevini tamamladıktan sonra mastırını bitirmek için tekrar üniversiteye döndü. Bu kez, tez konusu olarak, bir edebiyat eseri üzerinden karakter çözümlemesi yaptı; Orhan Pamuk'un Cevdet Bey ve Oğulları romanını psikolojik açıdan inceledi. Roman yazarına gönderme yaparak, romana konu olan olayları ve bu olayların karakterler üzerindeki psikolojik etkilerini ele aldı. Söz konusu tez, bir süre sonra kitap haline getirildi.Yusuf Solmaz, halen bir lisede psikolojik danışman olarak görevine devam etmektedir. Evli ve iki çocuk babasıdır.Lisans Eğitimi:Ankara Üniversitesi, Eğitim Bilimleri Fakültesi, Eğitimde Psikolojik Hizmetler Bölümü, 1987Yüksek Lisans Eğitim: Ankara Üniversitesi Güzel Sanatlar Eğitimi Bölûmü, 2002Orta öğrenim: Yozgat Lisesi, 1983,Yozgat İstiklâl ortaokuluİlköğretim: Alacalıoğlu İlkokuluGörev Yaptığı Kurumlar1. Mardin Rehberlik ve Araştırma Merkezi2. Tokat Lisesi3. Ankara Fatih Sultan Mehmet Lisesi4. Ankara Kalaba Ortaokulu5. Ankara Faruk Verimer Ortaokulu6. Ankara Emniyetçiler Ortaokulu7. Ankara Çankaya Rehberlik Araştırma Merkezi8. Bodrum Cumhuriyet İlköğretim Okulu9. Bodrum Ayşegül Sevim Ali Rüştü Kaynak Lisesi10. İzmir Menderes Bayrak Anaokulu11. İzmir Menderes Alparslan İlköğretim Okulu12. Öğretmen Dünyası Dergisi Yazı Kurumu Üyeliği

Read more from Yusuf Solmaz

Related to Helin'e Mektuplar

Related ebooks

Reviews for Helin'e Mektuplar

Rating: 0 out of 5 stars
0 ratings

0 ratings0 reviews

What did you think?

Tap to rate

Review must be at least 10 words

    Book preview

    Helin'e Mektuplar - Yusuf Solmaz

    Helin’e

    Mektuplar

    Yusuf Solmaz

    ©

    Yusuf Solmaz, 1963 yılında Yozgat’ta dünyaya geldi. İlk ve orta öğrenimini Yozgat’ta tamamladıktan sonra Ankara Üniversitesi Eğitim Bilimleri Fakültesi, Eğitimde Psikolojik Hizmetler Bölümü’nü bitirdi. Mardin, Tokat, Ankara, Bodrum, İzmir il ve ilçelerinde rehber öğretmen olarak görev yaptı. Güzel Sanatlar Eğitimi alanındaki yüksek lisans çalışmasını 2002 yılında tamamlayarak Bilim Uzmanı unvan ve yetkisi almaya hak kazandı. Yaklaşık 30 yıl eğitimin pek çok alanında görev yaptıktan sonra 2016 yılında emekli oldu.

    Bu kitaptaki olayların gerçeklerle herhangi bir ilgisi bulunmamaktadır. Anlatılanlar tamamen kurgu olup düşünceler, söz ve ifadeler kurgulanmış karakterlere aittir.

    *

    Kapak Resmi: Microsoft Bing Resim Oluşturucu

    Birinci Yayın yılı: Ağustos 2023/ İzmir

    Dün sabaha karşı kendimle konuştum

    Ben hep kendime çıkan bir yokuştum

    Yokuşun başında bir düşman vardı

    Onu vurmaya gittim kendimle vuruştum.

    Özdemir Asaf

    Sevgili Helin,

    Bugün bütün gün bir çift gözün beni izlediği duygusuna kapıldım. Nereye gittimse duyulmayan ayak sesleri beni takip etti. Nedense bu günlerde izlendiğim sanısından başka, zamanın hiç geçmediği, aynı günü tekrar yaşadığım duygusuna kapılıyorum. Yaşadığım tekrarlardan biri, anneme benzeyen kadını görmek diyebilirim. Bugün yine aynı duyguya kapıldım. Gerçek miydi, rüya mıydı bilmiyorum, ama güzelliği annem gibi olan yoksul kadın birden görünüp kayboldu. Konuyu burada kapamam gerekirken daha önce yaptığım gibi kadını aramaya koyuldum. Bir kez daha yüzünü görmeyi o kadar çok istiyordum ki. Acaba yanılmış olabilir miydim? Gerçekle hayal arasında o kadar çok kararsız kalıyorum ki, hatta sanrılarımın gerçek olduğu duygusu her seferinde ağır basıyor diyebilirim. Bir kez daha, ‘aptal kafam ah,’ diyerek hayıflandım mesela. Hangi öğrencimizin velisi olduğunu sorabilirdim, sormamıştım.

    Bana ne oluyor sevgili Helin? Son günlerde tuhaf, anlam veremediğim görüntüler dönüp duruyor kafamın içinde. Pandemi günlerinde de tuhaf rüyalar görüyordum, her şeyin farkındaydım ama psikolojik durumum iyi değildi. Virüse yakalanacağım korkusuyla ellerimi öyle çok yıkadım ki, yıkamaktan yara ettim. Çok yüksek, normalin ötesinde ölüm korkusuna kapıldım. Sanki ölsem de bu rezil hayattan, işe yaramıyor olma duygusundan kurtulsam daha iyi değil miydi? Helinciğim gerçek diyorum; bir psikolog olarak şu dünyaya ne faydam var? İki yıl süren pandeminin ardından bir de deprem olayı yaşandı. Ülke haritasının neredeyse yarısı yıkıldı, sağ kalan milyonlar başka şehirlere göç etti. Benim tahminimce bu insanların yüzde doksanı yaklaşan seçimlerde oy kullanamayacak. Aslında bu seçimler demokrasi isteyenlerle, diktatörlüğe devam diyenler arasında yapılıyor diyebilirim. Böyle bir şeyin oylaması olur mu Helinciğim? Nedir bu başımıza gelenler? Dünyanın sonu mu geliyor yoksa? Partilerin seçim çalışmaları devam ederken, göç nedeniyle İstanbul, İzmir, Ankara, Kayseri, Niğde, Sivas, Tunceli, Bingöl, Antalya, Mersin gibi deprem bölgesine yakın illerin nüfusunda ciddi artış oldu. Giderek kalabalıklaşan şehirler, pahalılığın da etkisiyle yaşanmaz hale geldi. Dedim ya bir taraftan da seçime gidiliyor. Depremin gölgesi altında demokrasi isteyenlerle istemeyenler sandığa gidecek. Paramızın değeri düşüyor, enflasyon artıyor. İşsizlik, kötü yönetim, adaletten başka parayla bile sağlıklı gıdaya, suya erişememe derken, mutlu olmanın imkânı kalmadı.

    Bu ortamda sana ruh sağlığımın neden kötü olduğu hakkında bilgi veriyorum, seneler önce ölen annemi gördüğümü söylüyorum ya, bu da saçma Helinciğim. Şu yaşananlara bak Allahını seversen. Yüz binden fazla insanın deprem nedeniyle değil, ihmal yüzünden, depreme dayanıksız binaların yapımına izin verildiği için öldüğü unutuldu, seçime gidiliyor. Gidilmesi de şart. Bu iktidarın topluma verdiği hasar depremden büyük. Senelerdir dincilik yaparak seçim kazanan bu hükümet yüzünden, son 21 yılda ülkenin ekonomik, sosyal, kültürel hayatı, üst üste on şiddetinde deprem gördü diyebilirim. Bu saray düzeni bu yüzden mutlaka yıkılmalı ama sonrası da kolay olacağa benzemiyor. Benim yaşımda olanlar için bu ülkede huzur bulma umudu diye bir şey kalmadı. Umarım gençlerimiz için ilerleyen günlerde bir şeyler yoluna girer. Neyse…

    Böylesine bir ortamda sanrılar görmem, kadının birini anneme benzetmem, annemin mezarından kalktığını sanmam normal değil mi? Psikoloji eğitimi aldığım halde kendimi toparlayamıyorum, başkası ne yapsın? Psikolog olmam belki avantaj ama şu an işime zerre kadar yaramıyor, uyku düzenim bozulmaya devam ediyor. Acaba diyorum giderek büyüyen ölüm kaygısının içinde mi bulunuyorum?

    Ben de herkes kadar pandemiyle birlikte düşünürsek üç yıldır, her gün ölümle burun buruna geçirilmiş günlerden bu günlere geldim… Pandemi gerçek miydi, yalan mıydı o da ayrı bir tartışma konusu. Güvenilir kurum kalmadığından yaşananlar hakkındaki kaygılar da doğru mu yanlış mı anlaşılamıyor. Neyse…

    Duyduğuma göre bir insan ölüme yaklaştıkça yakınlarının bazen sesini duyar, bazen de yüzünü görür gibi olurmuş. Atmış yaşa merdiven dayadığıma göre, kim bilir, belki ölümüm yakındır. Bundan dolayı mı kaygılarım arttı, içim ürperdi bilmem ki. Belki de annem yattığı yerden memnun değil; babamın yanındaki mezarına itiraz ediyor. Bana, Başka yer bulamadınız mı? Neden beni onun yanına gömdünüz! demeye gelmiş olamaz mı? Arada sırada kardeşlerimle bu meseleyi konuştuğumuz günler oluyor Helinciğim. Ya da şöyle söylemeli: aklımızın bir köşesinde bu konu hep var. Annem psikolojik işkence, şiddet nedeniyle ayrılamadığı kocasından öldüğü halde kurtulamadı. Denebilir ki: ölenler özgürdür, ruh uçup gider… Tamam da, yan yana duran o iki mezar aynı şeyi söylemiyor. Gözümüzle görüp aklımızla kavrıyoruz ki, kedi köpek misali didişip duran annemle babam hala yan yanalar. Aşkla birbirini sevenler, beraber gömülmenin hayalini kura dursun, mutsuz evlilik kurbanı annemle babamın yan yana olan mezarları karşısında gerçekten ne diyeceğimi bilemiyorum.

    Nedenini biliyorsan sen söyle Helinciğim: bu mesele neden hala gündemimde? Sanki düşünülecek başka şey kalmadı. Yüz binden fazla insan kefensiz, dini tören yapılamadan gömüldü. Binlerce depremzede için kimsesizler mezarlığı yapıldı. Sağ kalanlar yakınlarını bu mezarlıklarda aramaya koyuldu. Bunları görüp ‘annemle babam şanslı sayılır’ demem gerekmez mi? Böyle bir zamanda düşünülecek konu mu bu? Kardeşlerimle şunu düşündüğümüzü de hatırlıyorum: İnsanlar öldükten sonra bütün sevapları, varsa günahlarıyla birlikte Allaha emanet edilirler. Yargılamak geride kalanların değil, Allahın işidir. Kaldı ki ben bilinen manada inançlı biri değilim Helinciğim. Bir dinin, bir milliyetin değil, insanlık ailesinin üyesi olduğumu düşünürüm. Buna rağmen doğduğum coğrafyanın değerleriyle de düşündüğüm, hayatı anlamaya çalıştığım çok oluyor. Çanakkale'de olduğu gibi iki düşman da olsa yan yana gömülenlere başka gözle, talihsiz kardeşler gözüyle bakılmalı. Yaşarken düşman olanlar ölürken kardeş sayılırlar. Daha geçenlerde bir genç, atanamayan bir öğretmen, önce babasını, sonra annesini sonra da yetişkin üç kardeşini tabancayla öldürdü. Altı cenaze yan yana camiye getirildi. Aynı şehirdeki mezarlığa defnedildiler. Ne için kavga edildiğinin önemi kalmadı. Onlar da ancak ölünce huzuru bulabildi. Ölüm konusunda hala bu kanıdayım Helinciğim: kavgaları ancak ölüm sonlandırıyor, son nefes verilinceye kadar barışı getirmek mümkün olamıyor... gerisi koca bir yalan. Bu yüzden annemin mezarının yeri nedeniyle gözüme göründüğünü düşünmek istemiyorum.

    Bulantım biraz hafifleyince, anneme benzeyen kadının diğer velilerle birlikte bahçe kapısından çıkmakta olduğunu gördüm. Artık benimle ilgilenmiyor, kalabalığa doğru yol alıyordu. Bir daha dönüp bakar mı diye, bir süre olduğum yerden ayrılmadım. Bakmayınca sanki annesi tarafından terk edilen bir çocuğa dönüştüm. Gerçekten kimi görmüştüm? Hiç tanımadığım kadınlardan birinin anneme benzeme ihtimali elbette hiç yok değil. Fakat içimdeki ses, gidenin, beni terk eden annem olduğunu söylüyordu. Ama bu, öleceğim anlamına da gelebilirdi. Yaklaşan ölümle ilgili duyduğum hikayelerde, bir gün tanıdık biri görünür ve sana, 'hadi gel, gidelim,' der. Çocukluğumda da buna benzer hikayeler dinlediğim oldu. Bu durumda ecelimin çağırdığı yere doğru sürüklenmeyi de istemiyordum. Bir taraftan da kadını yeniden görme isteğini bastırmam gerekiyordu. Kimdi bu kadın? Az önce gördüklerim kafamın ürünü olamaz mıydı? Aniden içime dolan, anneyi yeniden görme arzusuyla baş etmeye çalışıyordum. Elimi tutan ölüme, belki de dur, diyor, yaşamda kalmayı yeğliyordum. Bilmiyorum Helinciğim. Bu duygular içinde merakla, hızlı adımlar atarak kapıdan dışarı çıktım. Rüyadakine benzer bir şeyler yaşamaya başladım. Kalabalık üzerime geliyor, tanımadığım yüzler anneme ulaşmama engel oluyordu. Yüz metre ilerde, insanların arasında gördüğüm kadın şimdi kaybolmuştu. Acaba hangi sokağa girmişti? Belki de yoldan geçen dolmuşlardan birine binip uzaklaştı. Buna rağmen aramaya devam ettim, ama bulamadım. Bugünün yarını da var diyerek okula döndüm.

    Maalesef bugünlerde böyleyim Helinciğim. Benim için dua et olur mu?

    Sevgili Helin,

    Bugün anneme benzeyen kadını göremedim… Önce şunu belirtmek istiyorum, ne olur izin ver. Amacım siyaset yapmak değil. Ruh sağlığımla ilgili bilgileri aktarırken bunların da bilinmesi gerektiğini düşünüyorum. Ortam giderek kızışıyor, seçime iki hafta kadar zaman kaldı. Hâlâ seçim güvenliği tartışmaları yapılıyor. Bence de güvenli bir ortamda seçime gidilmiyor. Bay şahsımın belirlediği şartlar altında, beş senenin ardından yeni bir seçim yapılacak, adına da en güvenilir, en demokratik seçim denilecek o kadar.

    Bu arada doğu ve güneydoğu illerinde seçimin nasıl yapıldığı hakkında gözlem yapabilecek ne kadar yerel gazeteci, sanatçı varsa hepsini terörle ilişkilendirip tutuklamaya başladılar. Yüzden fazla kişinin tutuklandığı söylenmekte. Daha kaç kişinin tutuklanacağı şimdilik bilinmiyor.

    Bir de Rus lider Vladimir Putin, bay şahsımın seçim kampanyasına canlı yayınla katılarak destek verdi. Rusların yapımına başladığı Akkuyu nükleer santrali bildiğin gibi, ülkemizin en güzel sahil kıyılarından biri olan Mersin’deki denizin kenarına inşa ediliyor. Daha bitmedi, ne zaman biteceği bilinmiyor, ama seçimler yaklaşırken, ucuz enerji özlemi içindeki halkımıza gösteriş olsun diye, yalandan açılış yaptılar. Bu santralle, güzelim kıyılarımızı, dünya mirası denizlerimizi Putin babasının malı gibi kullanıp güya ülkemizin kalkınmasına yardımcı oluyor. Büyük yalan. Almanya gibi ülkeler Nükleer santrallerden vaz geçip doğal enerji kaynaklarına yönelirken bizim gibi ülkeler, enerji üretimi alanındaki gelişmelere ayak uyduramıyor; kolay kazanmayı bilen emperyalist ülkelerin maşası oluyorlar. İşbirlikçi yöneticiler en vahşi yöntemlerle, kanırtılarak ülkelerinin sömürülmesine, ceplerine giren üç beş kuruşun karşılığında izin veriyorlar. Yarın bir gün Çernobil’de olduğu gibi bir nükleer facianın yaşanmayacağının garantisi var mı? Okuduğum bir habere göre Çernobil kazasında ölenlerin sayısı 200 binden fazla. Yüz binlerce çocuk sakat dünyaya gelmiş. Aynı kaza biz de olursa kaç bin kişi hayatını kaybeder, kaç şehrimiz terk edilmiş kentlere dönüşür, Allah bilir. Depremin acıları daha sarılamamışken bir de olası nükleer faciadan söz ediyoruz. Bay şahsım Putin’in de desteğini aldı ya, bu günlerde keyfi yerinde. Nasıl kalkınıyoruz, nasıl büyüyoruz, dünya bizi kıskanıyor anlamına gelen tiyatrolarını bütün televizyon kanallarını kullanarak halka sunmaya devam ediyor. İHA’lardan, SİHA’lardan, olmayan uçak gemilerinden, tanklardan, savaş uçaklarından, güçlenen silah sanayinden söz edilmekte. ‘İş, ekmek, özgürlük ne olacak?’ bunu sadece muhalefet partileri dile getiriyor. Bakalım böylesine kontrol altına alınmış seçim ortamında, devletin bütün olanaklarını kullanan bir partiye karşı, diğerleri ne kadar başarılı olabilecekler. Hiç şansları yok diyemem, ama oyları çaldırmamak, ıslak imzalı sandık tutanaklarını, bütün seçim bölgelerinde ele geçirmek gerçekten kolay görünmüyor. Ah Helinciğim, koca bir millet olarak bu santralin yapımına mâni olamadık ya, yanarım da en çok buna yanarım. Bize rağmen ülkemizi bir avuç kapitalist tarumar ediyor. İnsan canı başta olmak üzere, insanlığın ortak mirası olarak gördüğüm doğamızı da hiçe sayıyorlar. Bunun için ne kadar ağlasam, gözyaşı döksem azdır. Bize de bu dünyada ağlamaktan başka görev veren olmadı. Bu nasıl oldu, bütün ağlayanlar nasıl sistemin dışına itildi, neden bunca karşı çıkanı olduğu halde paranın patronları yıkılamadı, buna da akıl erdiremiyorum.

    Sevgili Helin,

    Yeni okuduğum habere göre Kenya'nın Malindi kasabasında aç kalarak Hz. İsa'ya kavuşacaklarını düşünen, ölüm orucuna yatan 90 kişi hayatını kaybetmiş. Bu sadece tespit edilen ölü sayısı, geride binden fazla ölü olabileceği iddia ediliyor. Konumuz bu değil, ama Helinciğim bunu şunun için yazdım: çağımız kitlesel mutsuzluklarla, demokrasilerin çöküşüyle, doğaya yönelen katliamlarla anılacak. Dünyanın her yerindeki bunca eğitimden sonra bilim, teknoloji gelişirken doğruluğu kanıtlanmış bilgilerin ışığında düşünen insan sayısının da artması gerekmez miydi? Maalesef insandan daha tuhaf bir canlı yok evrende. Kimileri yapay zekâları üretip dünyayı onlarla yeniden kurmaya çalışırken, bir kısmımızda işte böyle akıl sağlığı yerinde olmayan bir tarikat liderinin rehberliğinde, saçma sapan fikirlerle ölüme seve seve koşabiliyoruz. Eminim o insanlar, Hz. İsa'ya kavuşacaklarının sevinci içinde mutlu ölmüşlerdir. Kimileri için hayat o kadar sıkıcı ki, ölmeye yatmak böylesine acı dolu bir hayatta, Tanrının kucağında bayram sabahına uyanılacağı hissi veriyor olabilir. Ülkemizde de ölmek isteyenlerin sayısı az değil. Özellikle de 11 şehrimizi vuran depremde tüm yakınlarını kaybeden aileler arasında. Öyle şeyler oldu ki Helinciğim, ölüm bunların yanında bayram sayılır. Dağıttığı yardım zarflarıyla çocukların harçlığına bile ‘getirin, ne getirirseniz getirin kabulümdür, yeter ki verin!’ diyen Kızılay, deprem günlerinin en hain kuruluşu olarak karşımıza çıktı. Bizden topladığı paralarla darda kalanlara yardım amacıyla kurulan Kızılay, yağmurlu bir gecede evleri yıkılan, kurtarılmayı beklerken üç gün boyunca ölüme terk edilen, ölmeden selaları okutulan bu insanlara parayla çadır sattı Helinciğim. Depremin üzerinden üç aya yakın süre geçti istifa eden yok. Tek bir yetkili, Benim de yüzümden, görevimi iyi yapamadım, demiyor, diyecek gibi de görünmüyor. Yüz binden fazla insan öldü. 11 ilde yaşamını yitirenlerin sayısını 50 bin civarında göstermeye çalışsalar da ben bu sayının iki katından fazla olduğunu düşünüyorum. Bu düşüncemde yalnız da değilim. Ülkede yaşayanların çoğunluğu benim gibi düşünmüyorsa ben de bir şey bilmiyorum. Kurumlara, yetkililerin açıklamalarına duyulan güven de depremle birlikte yerle bir oldu. Zaten uzun zamandır, olumsuz bir durum yaşandığında sayıların az gösterilip felaketlerin küçültüldüğüne tanık oluyorduk. Benzerini deprem dolayısıyla yaşıyoruz…

    Neyse Helinciğim, yine yazarım, anlatacak çok şeyim var sana. Çıkmam gerekiyor.

    Sevgili Helin,

    Dolar hızla artmaya devam ediyor. Her şeye zam geldiği gibi Kızılay’ın sattığı kana da zam geldi! Hasta olmaya gör, Allah korusun, bir torba kan, yüzde yüz artış yapılarak bin liraya yükseltildi. Konu sosyal medyada gündem olunca Kızılay ne yaptı dersin? Derhal açıklama yaparak şöyle dedi: Dikkat: kurumumuz kan satışı yapmamaktadır. Sosyal Sigortalar Kurumuyla bağlantısı bulunan hastalardan kan kullanımına ilişkin ücret alınmamaktadır. Laboratuvar işlemleriyle ilgili tüm masrafları SGK karşılamaktadır. Ücret istenilmesi halinde şikâyet mercii Sağlık Bakanlığı'dır. Halk sağlığını doğrudan etkileyen bu tür asılsız haberlere karşı hukuki yollara başvurulacaktır. Yani şu: Sağlık güvencen varsa Helinciğim, doğrudan para istemiyorlar, adı geçen kurum aracılığıyla hastalara satış yapılmakta. Konuyla ilgili sosyal medya kullanıcılarından, doktor olduğu anlaşılan birinin, fatura resmini ekleyerek yaptığı paylaşım şöyle: Sayın yetkili, sayın Kızılay, ‘asılsız haber, hukuk mukuk’ demeyi bırakın. Onkoloji hastama iki ünite kan için vergiler dahil bin beş yüz lira ödedim, hizmet bedeli adı altında. Hastane fatura kesti. Faturayı ekte bilginize sunuyorum. Utanın. Kimi kandırıyorsunuz ‘satış yok,’ diyerek. Yaşayanlar anlatıyor Helinciğim; biri de diyor ki mesela: Milletten bedavaya aldığınız kanı satmıyorsunuz, peki, gittiğim hastanede üç torba kanı tanesi 980 liradan kim sattı bana?"

    Sağlığımıza dikkat edelim de amam hasta olmayalım Helinciğim. Bu ülkede yaşamak zor da, hasta olmak daha zor. Allah kimseyi hastaneye düşürmesin. Hele de her gün 200 hastaya bakmak zorunda kalan bir doktorun eline düşersen, kim bilir hangi yanlış tedavileri olup hangi yanlış ilaçları kullanmak zorunda kalırsın Allah bilir.

    *

    Sevgili Helin,

    Bugün öyle ilginç şeyler oldu ki, söze nasıl başlasam bilemedim. Sabah her zamanki gibi ara sokaklardan yürüyerek rehber öğretmen olarak görev yaptığım okula gittim. Ara sokakları, okula gelinceye kadar neler gördüğümü kısaca belirtmek istiyorum. Buralarda öyle kötü bir kentleşme var ki, Türkiye'de yaşasaydın ne demek istediğimi anlardın. Daracık sokakların iki yanında, birbirine yapışık, kimi büyük, kimi küçük çok katlı binalar yer alıyor. Estetikten yoksun şeklini, görünümünü geçtim, binaların yüksekliklerinde bile ölçün bulunmuyor. Oysa ne çok istemişimdir her şehrimizde bahçe içinde farklı tarzlarda yapılmış binalar olmasını. Ülkenin hemen her bölgesinde rüşveti çok veren, siyasi çevresi olanlar inşaatlarına istedikleri kadar kat çıkabiliyor. Yoksul olanlar, güçleri nereye yetiyorsa oraya, kafalarına göre bina yapar; seçim zamanı gelince de, ‘imar barışı’ adı altında parasını ödeyip tapu alırlar. Yaşadığım K şehri de böyle. Kimi ara sokaklar o kadar dar ki, iki araba yan yana geçemez. Deprem oldu mu emin ol, bu sokaklar tümden kapanacaktır. Bu durumda göçüklere ulaşmanın, yaralıları kurtarmanın imkânı kalmayacak. Allah sonumuzu hayreyler inşallah… Bir de yolumun üzerinde, sayıları azalmış olsa da eskiden kalma tek katlı evler var. Bu evlerin neden çok katlı binalar arasında bulunduğunu şöyle açıklayabiliyorum. Sahipleri çok yaşlı ya da miras paylaşımı yapılamadığından şimdilik müteahhitler buraları satın alıp inşaata başlayamamışlar. Çok geçmez onları da yıkıp yerlerine bina yaparlar.

    Ah Helinciğim, kusura bakma, nelerden söz ediyorum böyle? Birdenbire hayatına girdiğim için beni yeteri kadar tanımıyorsun, ama ben bodoslama sana bir şeyler anlatıp duruyorum. Böyleyim işte... sözde psikolog olmuşum, kendimi tanırmışım gibi, sana da anlatabileceğimi sanıyorum, neyse, konuyu uzatmayalım, dilim döndüğü kadarıyla neden ruh sağlığımın yerinde olmadığı hakkındaki bildiklerimi sana anlatmaya çalışacağım. Ağaçlı mekanları, doğayı severim, kim sevmez değil mi? Nerede çok bina arasına sıkışmış bir ağaç görsem işte derim: Binaların arasına sıkışmış, betonlara baka baka kararmış, toz toprak içinde kalmış, yaşamaya, nefes alıp vermeye çalışan bir ağaç daha: yani ben... Helinciğim, canımsın sen benim, çocukluğum bahçeli, ahşap bir evde geçtiği için ağaçlarla ilgili anılarım çoktur. İki ceviz ağacının, armutların, elmaların, kaysıların, eriklerin altında koşar oynardım, burnuma uzaklardan çiçek kokuları gelirdi. Bu yüzden ağaçlı yerlerin karşısında birden anılarım kabarır, açıklık, ferahlık adına unuttuğum ne varsa yeniden hatırlarım. Sen de bahçeli evleri seviyor olmalısın, kim sevmez... Bana benzediğine göre bundan eminim. Şunu da belirtmeden geçemeyeceğim Helinciğim. Güzelim bahçeleri, tarlaları bozup, bin yıllık da olsa hiç acımadan ne kadar ağaç varsa kesip yerine bina dikiyorlar ve ben her gün okula giderken bu işlerin nasıl yapıldığına, kesilmiş ağaçların vinçlerle kamyonlara nasıl yüklendiğine tanık oluyorum. Her gün selamlaştığım, sevdiğim ağaçların artık yerinde olmadığını görünce üzüntüm katlanarak artıyor. Cumhuriyet yıkılıp yerine tek adam rejimi geldiğinden beri doğa katliamlarını durdurmak için şikâyete gidilebilecek kurum da kalmadı. Kamyonlar, vinçler, kepçeler doğayı yok etmeyi sürdürürken her gün sabah erken saatte okulda oluyorum. Okulun bulunduğu ortam trafik uğultusu içinde, önünden, arkasından her gün yüzlerce araç geçiyor. İnsanlar balık istifi gibi sıkışık halde dolmuşlarla taşınıyor. Yaşamak, nefes almak öyle zor ki. Neyse…

    Birazdan dönerim. Şimdilik hoşça kal.

    Sevgili Helin,

    Bugün, yedi yıl önceki dinci darbe sonrası, yargılanmaksızın terörist olmakla suçlanıp işten atılan öğretmen arkadaşlarımdan birine rastladım. Beş yıldır bir takside şoför olarak çalıştığını söyledi. Bu arada geceleri boş durmamış, ‘Mustafa’nın Ölümü’ adında, üç yüz sayfa uzunluğunda bir roman yazmış. Benden romanını okuyup değerlendirmemi rica etti. Ben kim oluyorum da roman değerlendiriyorum? Böyle işleri hiç beceremem Helinciğim. ‘Bakamam, çok işim var,’ demem gerekirdi aslında ama diyemedim, aldım, iki gün içinde okuyup bitirdim. Romanda Mustafa Serin adında bir öğretmen var. Yoksul bir ailenin çocuğu olan Mustafa, amcalarını, anne tarafından da bazı akrabalarını farklı dönemlerde maden kazasında kaybediyor. Mustafa’nın yaptığı araştırmaya göre, maden bölgesinde, işçilerin yakalandığı yaygın hastalıklar arasında akciğer kanseri yer alıyor. Emekli madenciler, kalan ömürlerini, onkoloji bölümü hayli yetersiz olan hastanelerde, doktor kuyrukları bekleyerek, yanlarında taşıdıkları ilaçlarla, tatsız tuzsuz yaşayarak geçiriyorlar. Tayfun Pirselimoğlu adında bir yönetmen var, adını duymuş olmalısın. Pirselimoğlu filmlerinde, kötü hayat şartları yüzünden ruh sağlığı bozulmuş yoksulları, işçileri öyle kasvetli bir ortamda, tatsız yaşarken anlatır ki… Mesela ‘Pus’, mesela ‘Saç’, bir de ‘Ben O Değilim’ adında izlediğim üç filmi var. Öneririm, vaktin olursa sen de izle, gör bak nasıl bunalacaksın. ‘Böyle film mi olur, çok sıkıcı,’ demezsen ben de bir şey bilmiyorum. Fakat emin ol, yönetmen ülkemizi öyle iyi tanıyor ki, filmlerini izleyenler nasıl bir ortamda yaşadığımızı hatasız bir şekilde anlayabilirler. Bu da bir sinemacı için önemli bir başarı olsa gerekir. Neyse… Kahramanımız Mustafa’yı, Tayfun Pirselimoğlu’nun filmlerindeki karakterlerden biri gibi gördüm. Mustafa da Pirselimoğlu’nun karakterleri gibi fazla konuşmuyor, çevresini izleyip duruyor. Neyse… İçsel konuşmaları nedeniyle yakından tanıdığımız Mustafa’nın anlattığına göre, sağlıklı gıdaya, suya kolayca ulaşamayan madenci aileleri, çoluk çocuk demeden termik santrallerin tozunu yutmak zorunda kalıyorlar. Bütün gün tozu dumana katan santral bacalarında filtre bulunması gerekiyor, ama şirket yöneticileri, daha çok kazanmak için, çevre sağlığına yönelik bu harcamayı kabul etmiyor, iktidar uyarsa da mevcut durumda değişikliğe gitmiyorlar.

    Gördüğün gibi ele alınan konu oldukça güncel Helinciğim. Romana konu olan sorunlar bugün de devam ediyor. Eskiden arkadaşım olan acemi yazar, romanında bu konuya yer ayırmakla bence çok iyi yapmış ama, bilmiyorum ki Helinciğim… Bana sorarsan insanlar gerçekçi romanları sevmiyor artık. Devir değişti, gerçekler biliniyor, gerçeklerin romanını yazmaya gerek kalmadı. İnsanlar gerçeklerden kaçmak için bir şeyler okumak ya da izlemek istiyorlar.

    Bakalım bunları arkadaşıma anlatabilecek miyim… Neyse… Yazar, sanki bilen yokmuş gibi madencilerin meslek hastalıkları hakkında okurlara yönelik çok uzun bilgilendirmeler yapmış. Gerek var mı buna? Bir romanda uzun uzadıya meslek hastalıklarından söz edilmesi doğru mu, bilemedim. Maden işçilerinin hastalıkları hakkında fazlaca bilgi verilmesi, üstelik de bu bilgilerin internetten toplanmış olması, doğrusunu söylemek gerekirse hayli sıkıcı olmuş…

    Mustafa Serin, çocukluk, gençlik hayatı boyunca yoksullukla mücadele eder. Kadrolu öğretmenlik sınavını kazandığı halde ataması yapılmaz. Bir süre ücretli öğretmenlik yapar. Eğitim sektöründeki emek sömürüsünü gördükçe kahrolur. Kadrolu öğretmenlerden daha çok çalıştığı halde eline geçen ücret son derece düşüktür. İşten sonra ek iş olarak bir şirkette kurye olarak işe girer. Motosikletle evlere, özellikle de dolarla maaş alan zengin yabancı uyruklu vatandaşların yaşadığı villalara yemek servisi yapmaya başlar. Sabahları öğretmen, öğleden sonralarıysa kurye olarak hayatını kazanmaya çalışır.

    Nihayet bir gün kadrolu öğretmen olarak Kayseri’deki bir okula ataması yapılır. Aradan bir ay geçer. Hayatını kazanabilmek için o kadar çile çekmiştir ki, yeterli maaşa kavuşamamış olsa da iş güvencesinden başka, sağlık sigortası olduğu için nihayet mutludur. Sınıf öğretmeni olarak öğrencilerine okuma yazma öğretmektedir. Erken yaşta öğrencilerinin sorgulama yeteneklerini, masalları kullanarak geliştirmeyi ister, fakat çocukların erken eğitim hakkının öğretmenlerden alınıp imamlara verildiğini gördükçe üzülür. Okuldaki pek çok öğrencinin Kur'an kurslarına gönderildiğini, erken inanç eğitimlerine maruz bırakıldıklarına tanık olur. Küçük yaştaki din eğitiminin sorgulama yeteneğini körelttiği hakkında yazılar okuduğundan ülkenin geleceği adına üzgündür, ama ne kadar kaygılı olduğunu kimseye söyleyemez. Çevresindeki öğretmenler gibi duyarsız olmaya çalışır. Saray baskısı yüzünden bütün eğitimciler, veliler, okul müdürleri, öğrenciler sinmiştir. Genelde siyasi tartışma yapabilen kimse yoktur.

    Bir gün beklenmedik bir şekilde, Öğretmenler Günü'nü kutlamak için, diktatör olarak da bilinen bay şahsımın sarayına davet edilir. Söz konusu saray yasalara aykırı bir şekilde yapılmıştır. Mahkemenin usulsüz olduğu yönündeki tespitine rağmen inşaatı tamamlanan saraya, ülkenin farklı bölgelerinden seçilen üç yüz öğretmen davet edilmiştir. Mustafa davetliler arasında kendi adının da olduğunu, idama çağrılan bir mahkûmun kaygısı içinde öğrenir. Okul müdürünün de belirttiği gibi bu davet, ülkenin her yerinden, A sendikasının listelerinde yer alan eğitimcilere yapılmıştır. Mustafa’nın sevemediği, Atatürk Cumhuriyetine karşı inşa edildiğini düşündüğü söz konusu saray, kolay kazanan bir grubun arkasındaki siyasal güç, dolayısıyla, ülkeyi soyup soğana çeviren kırk haramilerin merkez üssü olarak da bilinir. Kötü şöhretli, Mustafa’nın sırça köşke benzettiği saraydaki ilk kutlama, Öğretmenler Günü bahane edilerek yapılacaktır. Bunun için, yemek çeşitleriyle, yoksul öğretmenlere hayli şatafatlı bir sofra kurulur.

    Helinciğim, yazar romanın bir yerinde gazete haberlerine de baş vuruyor. Bu haberlerde neler yok ki. En ilginci bence şu ifade: Dokuz yıl önce bütçe görüşmelerinde muhalefet milletvekillerinin sorularını cevaplayan bakan, sarayın maliyetinin bir buçuk milyara yakın olduğunu açıkladı. Bu para yaklaşık 700 okul, 700 öğrenci yurdu, bin yataklı atmış devlet hastanesine eşit.

    Roman yazarı, bence okura çok da ilginç geleceğini düşünmediğim bu bilgilerin dışında, sarayın korkunç diyebileceğim giderlerinden söz ediyor. Lüks içindeki sarayın yolundan, bu yolun fiyatından başlayarak, yol inşaatı sırasında ne kadar parkenin kullanılıp, bu parkelerin kaç liradan alındığına, işçi ücretleriyle birlikte ne kadara mal olduğuna değiniyor. Bununla kalmıyor, gözüyle görmüş gibi sarayı dolaşarak hepsi birbirinden pahalı klozetler, lavabolar, asansörler hakkında bilgi veriyor.

    Bay şahsımın yaşam alanındaki bazı muslukların, klozetlerin altın kaplama olduğu söylense de Helinciğim, bu yöndeki bilgilerin doğru olduğunu sanmıyorum. ‘Neden sarayın her bölümü halkın ziyaretine açılmıyor?’ diye sorarsan, cevabım bilmiyorum olur. Bu iktidarın o kadar çok bilinmezi, hesap sorulamayan olayı var ki, tonlarca paranın bir günde tüketildiği, tamamen denetimsiz örtülü ödeneklerden başlayarak yazar, bunların hepsine değinmeye çalışmış. Öyle ki, mesela bahçeye dikilen lalelerden bile söz açıyor. Peyzaj için ne kadar para harcandığını dile getiriyor. Saraydaki hamamlar, masaj salonları, buhar odaları, jakuzilerin halka olan maliyeti hakkında bilgi veriyor. Mesela şunu bilmiyordum Helinciğim: Bin yüzden fazla odası olan sarayın 6 aylık doğalgaz gideriyle Bayburt'un tamamı ısıtılabiliyormuş. Sana da ilginç geldi mi? Bir de elektrik gideri var ki, dudak uçuklatır. Bay şahsımın günlük, aylık, yıllık harcamalarının ne kadar olduğuna da değinilmekte. Bir diğer ilginç bilgi de şu: Sarayın personel gideri, bay şahsımın Atatürk'ün çalışma yeri olduğu için oturmadığı Çankaya Köşkü'nden yedi kat fazlaymış mesela. Şu da ilginç geldi bana, ne kadar doğrudur bilmem: Bin iki yüz odalı sarayın sadece camlarına harcanan parayla altı baraj yapılabiliyormuş. Bana biraz abartı gibi geldi ama, matematiğim zayıf olduğundan böyle hesapları hiç yapamam. Kısaca bu saray rahmetli yazarımız Sabahattin Ali’nin Sırça Köşk adlı öyküsündeki saraydan ben diyeyim on kat, sen de yüz kat daha lüks. Öyle bir israf söz konusu ki, anlatmakla bitiremeyiz.

    Yazar uzun uzadıya bunları anlattıktan sonra saray yandaşı, rep müzik yapan Mert adındaki sözde sanatçıya ait şarkının gülünç diyebileceğim sözlerine de değiniyor. Güler misin ağlar mısın? Şarkının sözleri şöyle Helinciğim:

    "Reis’ime yakışır, bu saray sana feda olsun

    Binden fazla odası var

    Kurduğumuz devletler kadar çok

    Yaşasın şanımız

    İtibardan tasarruf olmaz

    Bu itibar hepimizin

    Müslüman lider sen çok yaşa

    Helal sana diyelim dua yağsın üstümüze

    Kimse bizi yıkamaz

    Avrupa mı

    Geç onları dostum.

    Avrupa bizi kıskanıyor

    Müslüman Türkler geldi geliyor

    Sarayımıza bak şanımızı gör

    Sen de gel katıl itibara kıskananlar çatlasın

    Yok böyle saray

    Maşallah Türklüğün şanı gibi

    Çekemeyenler çatlasın

    Osmanlı'nın sarayları da büyüktü

    Bizim de olsun artık

    Cumhuriyetin sarayı da güneş gibi görkemli olmalı

    Uzaydan bakıldı mı görünmeli

    Biz saray diyoruz onlar soğan yok et süt kalmadı diyor

    Kimse bizi yıkamaz

    Avrupa mı?

    Geç onları dostum

    Avrupa bizi kıskanıyor

    Allah diyen Türkler geldi geliyor

    Sarayımıza bak şanımızı gör

    Sen de gel katıl itibara kıskananlar çatlasın

    Beğenemedin mi amca

    Yemezler öyle

    Eski çamlar bardak oldu

    Siz gidin de soğanın cücüğüyle oynayın

    İha siha yeni savaş teknolojileri sizin neyinize

    Anlamazsınız kahramanlık işlerinden

    Hadi oradan hadi oradan

    Bu saray Türklüğün şanındandır

    Kimse bizi yıkamaz

    Avrupa mı

    Geç onları dostum

    Avrupa bizi kıskanıyor

    Türkler geldi geliyor

    Sarayımıza bak şanımızı gör

    Sen de gel katıl itibara kıskananlar çatlasın

    Şanlı Reis’imiz hep yanımızda Türklük yolunda

    Bu sarayın her köşesi bizimdir

    Kurduğumuz düzen ve dünya görüşümüz bize has

    Taklit nedir bilmeyiz

    Onlar ki çatlıyor kıskançlıkla bakıyorlar bize

    Kimse bizi yıkamaz

    Avrupa mı

    Geç onları dostum

    Avrupa bizi kıskanıyor

    Türkler geldi geliyor titresin dünya

    Sarayımıza bak şanımızı gör

    Sen de gel katıl itibara kıskananlar çatlasın

    Reis’ime yakışır kırk saray sana feda olsun

    Müslüman lider sen çok yaşa

    Helal sana diyelim nur yağsın yüzümüze

    Bu saray Türklüğün şanındandır

    Kıskananlar var ya dostum

    Hem gebersin hem çatlasınlar

    Sarayımıza bak şanımızı gör

    Müslüman Türkler geldi geliyor

    Sen de gel sen de katıl bize kıskananlar çatlasın"

    Şu sözlere bak Helinciğim. Ne kadar saçma… Neyse, romanın buraları gerçekten çok sıkıcı. Ayrıca roman tarafsız olmalı, haksız mıyım? Sarayı, dönemin siyasetini karalamak, okurlara, yazara ait doğruları göstermek romanın görevi mi? Bu konuyu da kapatalım. Tekrar Mustafa’ya dönelim Helinciğim. Mustafa saraydan, bay şahsımdan fena halde nefret ediyor. Bu duygular içindeyken saraya davet edilen öğretmenler arasında olduğunu öğrenince başından kaynar sular dökülmüş gibi olur. Gitmek istemediği bir yere davet edilmiş olmanın sıkıntısını yaşar. Bir ara doktora gidip rapor almayı düşünür. Kendini kafese sıkışmış gibi hissetmeye başlar. Pek çok kişinin onur kabul edeceği böyle bir davet Mustafa için işkenceden farksızdır.

    Neyse Helinciğim, sen benim canımsın, kısa keseceğim. Ülkenin her yerinden seçilmiş öğretmenler saraya doğru yola çıkar. Sarayın önüne gelenleri organizasyonları yürüten, içinde askerlerinde olduğu bir grup karşılar. Şahsıma karşı olası protestoları önlemek için davete katılan öğretmenler kuşkusuz özenle seçilmiştir. Ne var ki, Mustafa’nın varlığı tam bir yanılgıdır. Mustafa, eğitimi laik, bilimsel temelden koparan dinci lideri protesto etmeyi çok ister ama işsiz kalma korkusuyla susar, diğer öğretmenlerin de kendisi gibi olduğunu, aslında yalnızca eğitimcilerin değil, toplumun önemli bir kesiminin, gelecek kaygısı yüzünden korktuğunu düşünür. Hitler’e benzettiği diktatörün huzuruna, Atatürk’ün ormanını yağmalayanların makamına geldiği için, kendi korkaklığına karşı da tiksinti içindedir. Sıkça sarayın medyaya yansıyan, çok eleştirdiği, halkın cebinden karşılanan giderlerini düşünmektedir. Gözlerini çevredeki pahalı, lüks eşyalardan alamaz. ‘Neden beni seçtiler?’ sorusuna cevap ararken, saray güdümlü A adındaki eğitim sendikasına üye olduğunu hatırlar. A sendikası, hükümet yanlısı bir sendikadır. Bu sendikanın görevi, eğitimcileri kontrol altında tutmak, iktidara karşı hak arama girişimine mâni olmaktır. Bu sendikaya üye olanlar, iktidarın terörist olmakla suçladığı öğretmenlerin dışında kalacaklarını sanan eğitimcilerdir. Oysa saraya göre, kendi siyasetini kabul etmeyen herkes teröristtir. Terör kelimesi hiçbir dönem bu kadar rahat, hem de ülkeyi yönetenler tarafından ağza alınmamıştır. İlk kez bir parti, toplumun oyunu alamadığı kesimlerine terörist demektedir. Mustafa da birçok öğretmen gibi, terörle suçlanmamak, zulümden, mobbingden, işsizlikten korktuğundan bu sendikaya üye olmuştur.

    Evet Helinciğim, yazar buraya kadar doğru şeylerden söz ediyor. Ben de bugüne kadar rahat etmek, mesleki geleceğini garanti altına almak için iktidar yanlısı sendikaya üye olan pek çok öğretmen gördüm. Bu öğretmenlerin bir kısmı Fetö olayları ortaya çıkınca, terörist olmakla suçlanıp işten atıldılar. Onlarla birlikte solcu öğretmenlerde işsiz kaldı. Fakat geçen yıllar içinde sadece solcu öğretmenlere yapılan hukuksuzluktan vazgeçilmedi. Bana gelirsek, ne yalan söyleyeyim Helinciğim, etliye sütlüye karışmamaya çalıştım, çalışıyorum. Şimdilik durumum fena sayılmaz, ama sen de biliyorsun ya, meslektaşım olan iktidar yalakası Öteki’yle başım dertte. Neyse… Devam ediyorum.

    Kahramanımız Mustafa, yoksul ailesinin üniversiteye gidebilen tek üyesidir. Kuzenleri maden işçisidir. Bazı yakınları maden kazalarında hayatını kaybetmiştir. Faşizm güçlendikçe işçi sömürüsü artmakta, hakimler, patronların işlerini kolaylaştırmak için görev yapmaktadırlar. Toplumun özellikle iktidar yanlısı olmayan kesiminde işsizlik sürerken, iş arayanlar o kadar çaresiz kalmıştır ki, üniversite diploması olanlar bile maden işçisi olabilmek için torpil bulma arayışı içine girerler. Bunlara ek olarak, içinde öğretmenlerin de olduğu toplumsal kesimlerin hak arama, düşüncelerini ifade etme hakkı kâğıt üzerinde kalır. Mustafa tek geçim kaynağı olan işini kaybetmekten o kadar korkar ki, rüyalarında sıkça yılan görmeye başlar. Bu yılanın işsizlik, işsizlik görünümüne bürünmüş saray rejimi olduğunu düşünür. Bu yüzden saraya girdiğinde yılının tuzağına doğru yaklaşmış gibi birden endişesi artar, alnında soğuk ter damlaları birikir. Televizyon kanalları görüntü aldıkça bu çekimlerin arşivleneceğini düşünür. Bir gün saray düzeni, düzenin yöneticileri yargılandığında kendi görüntüsü de ortaya çıkmayacak mıdır? Bunları düşünürken kameraların önünde diktatörle el sıkışma sırası ona gelmek üzeredir. Tam elini uzatacakken siyah, iki metre uzunluğundaki yılanın yaklaşmakta olduğunu görerek başı döner. Olduğu yere yığılır kalır. Bay şahsım ne olduğunu anlamaz. Görevliler baygınlık geçiren Mustafa’yı sedyeyle dışarıya taşırlar. Maalesef Mustafa o gece hastanede yatarken hayatını kaybeder. Ölüm nedeni kalp krizidir.

    Arkadaşımın romanı işte böyle bitiyor Helinciğim. Mustafa’nın ölümüyle roman son buluyor. Kim okur böyle bir romanı? Bay şahsımın Hitler’e benzetilmesini de doğru bulmadığımı söylemek isterim. Hitler ülkesini satarak güçlenmiyordu. Beğenelim beğenmeyelim silah sanayisini geliştiriyordu, topraklarına yenilerini katmaya çalışıyordu, hatta dünyayı Almanların yönetmesi gerektiği fikrine inanıyordu. Bay şahsım öyle değil ki, böyleleri ancak hasta ruhlu, cahil mi cahil zalim babalara benzetilebilir. Neyse… Şimdi ne söyleyeyim ben bu romanın yazarına? ‘Çok fazla siyaset kokan bir roman olmuş,’ desem üzülür belki. ‘Beğenmedim’ desem daha kötü. ‘İyi olmuş,’ desem samimi konuşmamış olacağım.

    Neyse… Senin de başını ağrıttım Helinciğim… Bir yolunu bulur, açıklamamı yaparım elbet…

    Şimdilik hoşça kal.

    Sevgili Helin,

    Dün sabah okula geldiğimde öğrenciler sıra olmuştu. Veliler bir tarafta durmuş çocuklarını izliyor, az ileride patates soğan satanların sesleri geliyordu. Söz yiyecekten açılmışken hemen şunu belirteyim: sokak kedileri, köpekleri de insanlar gibi yeterli sağlıklı gıdaya ulaşamıyor, her şey çok pahalı ve kalitesiz. Paran olsa bile tavuk almaya, et yemeye korkarsın Helinciğim. Çünkü pek çok gıda da olduğu gibi etteki hilede de sınır tanınmıyor. Sağlıklı koşullarda üretilmeyen, satılmak üzere Avrupa’ya, Rusya’ya gittiğinde ilaçlı olduğu gerekçesiyle iade edilen bu gıdalara büyük talep var, ama ceplerde para yok. Gülümsün sen benim, bunları bir tarafa bırakalım şimdi.

    Okulun bahçesinden girdiğimde müdür, elinde mikrofonla öğrencilere, ailelere yönelik, okul kuralları hakkında kısa bir açıklama yaptı. Ben de bir kenarda durmuş etrafı izliyordum. O sırada gözüme velilerin arasında duran bir kadın ilişti. Kadını görür görmez nasıl ürperdiğimi anlatamam. İliklerime kadar bütün vücudum sarsıldı. Otuz beş yaşında olabileceğini tahmin ettiğim kadın da bana bakıyordu. Annemin yüzüyle, bakışlarıyla durmuş beni izliyordu. Bir süre olduğum yerde donmuş gibi kalakaldım. Belki rüya, belki kâbus görüyordum. İçimdeki duygu yanılmıyorsam korkuyla karışık üzüntüydü. Ne zaman annemi hatırlasam üzüntü duyarım. Bu üzüntüye daima korku eşlik eder. Korkma nedenim annemden çok babamdır. Babam akşam olunca eve döner ve annemle tartışmaya başlardı Helinciğim. Bu yüzden annemi babamsız hayal edemem. Babam annemi, annem hep babamı, ikisi birden şiddet ortamında geçen çocukluğumu çağrıştırır. Bu defa farklı bir korku hissettim. Gidilip de dönülmeyen yerden çağrılıyor olmanın korkusuydu bu. Ölümün çağırısından başka aklıma başka şey gelmediğinden öyle korktum ki. Annem öleli on yıl oldu Helinciğim. Bu kadar yıldan sonra annemle karşılaşmam ancak rüyada olabilirdi. Rüya değil de sanrı gibi bir şey mi yaşıyordum yoksa. Çocukluğumun üzerinden kırk yıl kadar zaman geçti. Bu yaşta, hem de psikolog olarak dönüp aileme, ‘sizin yüzünüzden mutlu olamıyorum,’ diyecek halim yok ya… Evet, ‘annemi, kardeşlerimi, çocukluğumu hatırlayıp hiç üzülmüyorum’ dersem yalan olur. Ne zaman aklıma annem gelse, ona bu kez, özgürce yaşayabileceği mutlu bir hayat verebilmeyi çok istemişimdir. Elbette zavallı annem, çocukları yüzünden; bırakıp gidemediği bizler nedeniyle, ağzından hakaret eksik olmayan babama katlanmak zorunda kaldı. Köyde çok çocuklu bir ailenin kızı olarak dünyaya gelen annemin ilkokul eğitimi bile yoktu. Yanılmıyorsam on beş, on altı yaşındayken evlenmek zorunda bırakılmıştı. Öldüğü günden beri de anı olarak en çok, babamın mezarı yanındaki, beyaz mermeri üç beş yerinden kırılmış mezar aklıma gelir. Babamla annemin mutluluktan uzak evliliği benim gibi kardeşlerimi de olumsuz etkilemiş olabilir Helinciğim. Mutsuzluğumun tek kaynağını ailemde aramıyorum ama çocukluk anılarımın üzerimdeki etkisini de görmezden gelemiyorum. Yaşama sevincimiz belki de mutlu çocuklar olamadığımızdan özgür bir ağaç gibi serpilip gelişemedi. Üzerimize duvarlar, demir levhalar kapanmış gibi kendi kabuğumuza sıkışarak yaşamak zorunda kaldık. Önce babamdan on beş yaş büyük olan annem öldü. On yıl sonra hayatını kaybeden babamı da getirip onun yanına gömdüler. Hayatı birbirine cehennem etmiş bu iki kişinin yan yana gömülmüş olması bana o kadar anlamlı, bir o kadar da üzücü görünüyor ki... Neyse... Çocukluğumla ilgili anlatmam gereken daha çok şey var.

    Zil çalmış, öğrenciler sırayla okulun kapısından geçip sınıflarına girmeye başlamışlardı. Tıpa tıp anneme benzeyen, mutsuz görünümlü kadın hala durduğu yerden bana bakıyordu. Gülümseme yoktu yüzünde ama nedense içime kaynağını bilmediğim bir şekilde korkuyla karışık sevgi, korkuyla karışık şefkat, korkuyla karışık merhamet gibi duygular akıyordu. Bir el beni ona doğru çekiyor ama ben gitmek istemiyordum. Bir ara başım döndü, düşmemek için duvara tutundum. Kadının yüzü çocuk, genç, yaşlı yüzleri arasında gidip geliyor, filmlerdeki gibi şekilden şekile giriyordu. Yüzlerin ortak tarafı annemin yüzü olmalarıydı. Neden insan annesini görünce korksun, öyle ya? Ayakta duramayacağımı anlayınca az ilerideki banklardan birine geçip oturdum. Önce öğrenciler sonra veliler dağıldı. Biraz kendime gelince kadının gittiğini fark ettim. Hemen gitmemeliydi. Biraz daha görmek, bakmak istiyordum... Bu istekle bahçe kapısından dışarıya çıktım. Kaldırımlar insanla doluydu, yoldan arabalar geçiyordu. Kadını göremedim… Belki de rüya gördüm Helinciğim. Deprem oldu, yüz binden fazla insan hayatını kaybetti ya, bu günlerde hiç iyi değilim. Kusura bakma, deprem acılarının ortasında sana anlatacak başka şeylerim olmalıydı. Umarım ileride ruh sağlığımı bozan konular hakkında daha ayrıntılı bilgi edinmene yardımcı olabilirim.

    Şimdilik hoşça kal, yine görüşelim olur mu?

    Sevgili Helin,

    Depremin ikinci günü korkunç bir rüya gördüm. Depremden hemen sonra neler yaşandığıyla ilgili televizyonlardan izlediğim ne varsa hepsi rüyama girdi. Karla karışık yağmur yağarken yıkılmış şehirler gördüm. Uzaktan yıkıntılara bakıyordum. Aynı anda pek çok şehrin yıkıntısını nasıl oluyorsa görebiliyordum. Bazen kuş olup havalanıyor, karı, yağmuru geçerek uçuyordum. Depremle birlikte insanlar sokağa dökülmüşler, göçük altından çıkanlar yaralı halde bir yerden bir yere gidip geliyordu. Kiminin kolu kopmuştu, kimi bir bacağı olmadığı halde yürüyebiliyordu. Ellerde, yüzlerde kan sızıntıları vardı. Sanki bu insanlar yaralı olduklarının, kan revan içinde kaldıklarının farkında değillerdi. Şok olmuş gibi, bembeyaz yüzleriyle yürümeye, yardım aramaya, duyulmayan seslerle yardım çığlıkları atmaya devam ediyorlardı. Çıkmaya çalışanı dibe çeken derin bir kuyudan sürünerek çıkmış, bir canavarın elinden güçlükle kurtulmuş gibiydiler. Yırtılan kıyafetleri toz içinde kalmıştı. Aralarında çıplak olanlar da vardı. Anadan doğma yaralı, çıplak kadınlar bile sanki her şey normalmiş gibi sakince yollarına devam ediyorlardı. Göçüklerin altından çıkanların bazıları kimseyi aramıyor, konuşmuyor, sadece yürüyorlardı. Canlı cenazeler, ölü bakışlarına benzeyen bakışlar ufka doğru yönelmişti. Akşamdan beri yağan kar enkazların üzerine dökülüyor, sokak köpekleri gömülemeyen cesetlerle karınlarını doyuruyorlardı. Buna rağmen yürüyenler tepkisizdi. Kıyafetleri soğuk havaya uygun olmadığı halde kimse üşümüyordu. Belki de hepsi ölmüştü. Ama sürekli yürüyorlardı. Kuş gibi uçarken birden yerde olduğumu fark ettim. Herkes yürüyor, bir tek ben göçükten göçüğe koşuyor, yardıma çağıranları kurtarmak istiyordum. Kurtarmam, bulmam gereken biri vardı sanki. Kimi aradığımı bilmeden deli gibi koşuyordum. Göçüklere yaklaştığımda köpekler kanlı dişleriyle durup bana bakıyorlardı. Bulutların arasında akbabalar dolaşıyordu.

    Kuşku yok ki Helinciğim, depremden çok etkilendiğim için böyle bir rüya gördüm. Günlerce televizyona bakarak, canlı yayınları izleyerek depremin neden olduğu acılar konusunda pek çok şey dinlersen işte böyle olur. Televizyondan duyduğum korkunç olaylardan biri de cesetlere saldıran aç sokak köpekleriydi... Bunları düşününce, Yürüyen Ölüler dizisine benzeyen rüya görmem çok da anormal olmasa gerekir.

    Helinciğim,

    Bugün aklımda, 6 Şubat günü Adıyaman'da deprem sırasında kumdan kale gibi yıkılan otel var. Diyebilirsin ki, üst üste meydana gelen iki depremin ardından yüz bin can kaybı olmuş, sen tutmuş, Adıyaman’daki bir oteli konuşuyorsun. Konuşulması gereken o kadar çok bina, enkaz, enkazdan kurtarılamayanlar var ki, haklısın. Sözünü ettiğim otelin enkazı altında, içinde Kıbrıs’tan spor karşılaşmasına gelen, on beş, on altı yaşlarındaki çocukların da bulunduğu 65 kişi hayatını kaybetti. Bir dava da bu oteli çürük yapanlar hakkında açıldı, tutuklananlar oldu. Otel sahibi iktidar yanlısı iş adamlarından biri olduğundan davaya gizlilik kararı verilmesi, pek çok kişi gibi benim de dikkatimi çekti. Denebilir ki, bina yıkılmış, ölümler olmuş, bu saatten sonra hangi dava, hangi ceza kayıpları geri getirecek? Aslında ne yapılmak isteniyor onu söyleyeyim Helinciğim: Çürük bina yapanları tutukluyoruz, sorumlulardan hesap soracağız, algısı yaratmaya uğraşıyorlar. Gerçek suçlular böylece toplumun gözünde aklanmış, ya da unutturulmuş mu olacak? Elbette böyle olacak Helinciğim. Oyalama taktiği diye bir şey var. Felaketten sonra öfkeye kapılanları oyalamayı bilen iktidarlar, bir süre sonra tere yağdan kıl çeker gibi sorumluluktan kaçmayı başarabiliyor. Senin de söylediğin gibi, bir tek bu otel yıkılmadı ya… Kum gibi dağılan, hiçbir odasında yaşam üçgeni oluşmayan binlerce bina var. Otelin avukatı, binanın sağlam yapıldığını, üstüne başka bina yıkıldığı için çöktüğünü, un ufak olduğunu iddia ediyor. Aksini iddia edenler, davalara fazla bel bağlamamalı bence. Mahkemelerin bir şey yapacağı, suçluların ceza alacağı, bu cezanın da eğitici olacağı sanılmakta. Şu da var ki Helinciğim, bu ülkede İktidar karşıtı oldun mu haklı da olsan suçlu sayılırsın, çünkü bütün zenginlerin arkasında iktidar partisi yer alıyor. Sarayın hakimleri şimdiden otelle ilgili soruşturmaya gizlilik kararı vermiş durumda. Nice davalar var ki sorunu çözmek, suçluları cezalandırmak için değil, öfkeyi soğutmak için açılıyor, gerekirse senelerce sürüncemede bırakılıyor. Her şeyin siyaset olduğu o kadar açık ki, bunca adaletsizliği kabul edemiyorum. Kum yerine dere çakılıyla inşa edilen otel ortaklarının birçoğu hükümet yanlısı kişilerden oluşuyor ve bu durumda adaletin sağlanması oldukça zor olacak. Öyle çok adaletsizlik var ki Helinciğim, hangi birini anlatmalı.

    Mesela ülkenin en büyük maden rezervinin çıkartılma ve işletmesi işi kimin, bilmezsin sen. Başkanın oğlunun okul arkadaşının. Memur bile değilken adam öyle etkili bir isim oldu ki... Bakanlar, devletin en üst görevlileri karşısında el pençe divan duruyorlar. Hakkında açılan soruşturma varsa bil ki dava dosyasına gizlilik kararı verilmiştir. Suça adı karışanlar İslamcı siyasetçilerden biriyse derhal söz konusu davaya gizlilik kararı veriliyor. Gördüğün gibi halimiz oldukça endişe verici.

    Bir de deprem partizanlığı diye bir şey çıktı. Hükümet güçlü görünmek için kendi partisinden olmayan belediyelerden gelen yardımları engellemeye ya da iktidar partisinin gücü gibi göstermeye çalışıyor. Engeli açmaya çalışanlarla kavgalar edildi. 'Devlet nerede?' diye soranların vay haline. Bu dönemde ‘padişahım çok yaşa’ cümlesinin karşılığı, ‘kutsal devlet’ anlayışı oldu. 'Devlet nerede?' diye sormak suç haline getirildi. Öyle ki bir kesim için devlet başkanı padişahtan farksız. Daha ileri gidip 'peygamber gibi Müslüman, peygamber hata yapar o yapmaz,' diyenler bile var Helinciğim. Hele bir keresinde kadının biri, sokak röportajında 'Allah gibi adam' cümlesini kurdu, düşünebiliyor musun? Ah Helinciğim, daha neler olduğunu gücüm yetse de anlatabilsem. Olayların hepsini bir anda hatırlayıp aktaramıyorum. Bazen de parmaklarım aklımdan geçenleri yazacak kadar hızlı hareket etmiyor. Sakin olup gücüm yettiği kadar tanığı olduğum olayları buraya aktarmak niyetindeyim. Bu arada, inanmayacaksın, ailesini depremde kaybeden çocuklardan söz etmiştim ya hani. Din işlerinden sorumlu kurum, depremzede kızların evlatlık olarak alınabileceğini, evlenme yaşı gelince evlatlıkla evlat alanın evlenebileceğini dile getirmiş. Biri de çıkmış, evlatlıkla arada kan ve gen bağı olmadığından, evlilik mümkündür, ne var bunda, gerçekçi olmak gerekir diyor. Ahlak nerede diye soranlarla bunu diyenler arasında kavga başladı. Söz konusu fetva toplum genelinde büyük tartışmaya neden oldu, oluyor. Kimi çevreler bu durumun sapkınlık olduğunu dile getiriyor. Kimileri de Cumhuriyet yasalarının buna izin vermediğini savunuyor. Depremin ortasında neleri konuştuğumuzu anlatırken inan ki utanç içinde kalıyorum. Biz ne zaman böyle olduk? Hep böyleydi de olayları algılamada sorun mu yaşanıyordu, bilmiyorum. Yine mi ağlıyorsun yoksa? Her şey de kötü değil sevgili Helin. Her şey kötü dersem haksızlık olur. Mesela İş Bankası’ndan sonra Vakıflar Bankası’nın da depremzedelere ait borçları sileceği haberini okudum. Özel bankalar ne yaptı bilmiyorum, onlar paralarından vazgeçmezler diye düşünüyorum. Dini imanı para olanlar, ölüyü bile sabun yapıp kullanmanın yollarını arar. Her neyse Helinciğim, gördüğün gibi hep kötü haber vermiyorum, güzel olaylar da yaşanıyor. Sivil toplum örgütleri hükümetin engeline rağmen topladıkları yardımları ihtiyaç sahiplerine ulaştırmaktan vazgeçmediler. Her şeyi göze alıp canla başla çalışanların sayısı da çok fazla. Bunun yanı sıra arananlar, yurt dışına kaçmaya çalışan müteahhitler de var. Bunlardan biri sosyal medyadaki fotoğrafta görgüsüz emirlik şeyhi gibi çıkmış. Evinin bahçesinde vahşi hayvan besleyen birinden söz ediyorum; kaplanla fotoğrafı var. Fotoğrafta, kim bilir kaç kilo etle beslenen vahşi hayvanın kafesinin yanına uzanmış sırıtırken görünüyor. Kafese kilitlenmiş kaplanla poz veriyor, zevke bak. Bu adamı da bir gün hapiste görür müyüz bilmem. Suçlu bulunsa da çok sürmez serbest bırakılır. Bu günlerde adalet adına ne yapılıyorsa hepsi göstermelik.

    Dua et bize. Kalbi temiz olanların duasına çok ihtiyacımız var.

    Sevgili Helin,

    Bugün sinemaya gittim. Pandemiden beri toplu mekanlara girmeye korkuyordum. Geçenlerde yönetmenin biri sinema seyircisinin giderek azaldığını söylüyordu. Yakın gelecekte, tiyatro gibi sinemada bitecek gibi görünüyor. Daha doğrusu şekil değiştirecekleri, yeni yöntemlerle; dijital ortamda, dünyanın her yerinden katılabilen seyirciyle buluşacakları konuşuluyor. Sosyalleşme, insanlarla bir arada olma ihtiyacımızı nasıl karşılayacağız doğrusu bilmiyorum. Bugün de yalnız değil miyiz Helinciğim? Ben de olmasam seni de arayan soran olmayacak. Söyle hadi, benden başka kimin kimsen var mı? Sen de benim canımsın, iyi ki varsın sevgili Helin. Gerçekten yalnızlık büyük sorun. Evlenenler bekarlardan daha yalnız. Bunu da yeri gelmişken söylemiş olayım. Aynı çatı altında yalnız kalmak daha ağır. Bu sağlıksız koşullarda sinemaya, tiyatroya gidiyoruz da sanki dost mu kazanıyoruz? Bir masanın başında oturup izlediğimiz sahneleri mi konuşuyoruz? Herkes buz gibi gözlerle birbirine bakıyor. Yüzlercemiz bir araya gelsek de aramızda geçilemez, güvensizlikten kaynaklanan duvarlar var. İnsan insandan korkar oldu. Dört duvar arasında ya da sokakta; yalnızlık her yerde ömür boyu. Camiye gidenler, bizim gibilerden daha örgütlü, inan bana. Cami de tanışıp cenaze namazı kılıp sonra da ev ziyaretlerine başlıyorlar. Kapı kapı dolaşıp örgütlenme çalışması yürütüyorlar. Bir de bilimsel düşünceden, demokrasiden, insan haklarından yana olanların haline bak. Bizler adam beğenmiyoruz. Yan yana gelip bir süre sonra da düşman kardeşlere dönüşmüyor muyuz? Solculara dikkat et, iki laf eder, işe koyulur sonra da birbirlerini eleştirmeye başlarlar. Gereksiz tartışmalar yüzünden bir araya gelip güçlenemiyoruz. Siyasi parti dahil bir sürü sol örgüt var, ama hepsi birbirinden merdane. Güler misin ağlar mısın Helinciğim? Bak ne anlatacağım, bir keresinde sendikacılık yapıyorum. Herkes solcuydu ama hepsi ayrı bir partiye dahildi. Partim olmadığından hangi grubun yanına gitsem bana ajanmışım gibi temkinli yaklaşıyorlardı. Neyse… Solun sıkıntısını solcular da biliyor ama nedense çözmek istemiyorlar. Zaten dünyada çözümü bilinmeyen sorun yoktur da çözmek istemezler. Savaşın, yoksulluğun çözümü yok mu mesela? Var ama çözerlerse paralarından, lükslerinden olurlar. Solcuların lüksü de sömürülmeye alışmış olmaları olsa gerek. Yaşamlarını kabusa çeviren onca baskıya, zulme rağmen ayrı durmak için ellerinden geleni yaparlar. Yalan söyleyecek değilim ya dostum, ben de onların küçük bir yansımasıyım. Şu faşistlerin elindeki fani dünyada olabildiğince tek başıma kalıp kimseye bulaşmamaya, gereksiz eleştirilerden uzak kalmaya çalışıyorum. Sonunda ben de ‘bir kedi yeter, yalnız kalsam daha iyi olacak’ diyenlerin safına geçtim. Belki de psikolog olduğumdan sorun dinlemekten bıktım artık. Dinle bak, ne diyeceğim: insanlık iflah olmayacak şekilde çaresiz. Bu dünyada kurtuluş diye bir şey hiç olmadı bundan sonra da olmayacak. Neyse… Yine de biz hayattan zevk almaya bakalım. İnsan insana iletişim kurmayı başaramasak da petrol atıklarıyla kirletilmemiş halini düşünürsek, dünya çok güzel. Umarım ki bir gün, mutlu olmanın yollarını da buluruz. Karamsar olmamalı… Aldırma sen bana… ‘Dünyayı iyilik, güzellik kurtaracak’ demeye devam etmeliyiz. Neyse…

    İzlediğim filmden söz etmeyi düşünürken konu nerelere gitti. Tek başıma gittim sinemaya. Afişinde türbanlı bir kadın bulunan filmin adı ‘Son Ders’ ti Helinciğim. Filmin konusu, üç evlilik yaptıktan sonra yalnız yaşayan atmışlı yaşlarındaki Profesör Baran Taşdelen'in etrafında dönüyor. Jenerik bittikten sonra Profesörün, salon genişliğindeki sınıfta, çok sayıda öğrenciye ders verdiğini izliyoruz. Dersin konusu: Darvin’in teorisi. Öğrenciler, dikkatle Taşdelen’i dinlemekte. Son dersini tutuklanacağı gün anlatan, saray düzenine yönelik sert eleştirileriyle bilinen Profesör, tutuklanacağı haberini televizyon kanallarının birinden öğreniyor. Ders saati yaklaştığı için tutuklanmadan önce son dersini yapmak istiyor. Durumu öğrenen öğrenciler de okulun bahçe kapısı önüne kurdukları barikatla polisleri beklemeye başlıyor. Son dersini verirken Profesör, siyasi baskı yüzünden biyoloji öğretmenleri için bile Evrim Teorisi’ni anlatmanın güçlüklerinden, daha geçenlerde okuduğu habere göre, bir öğrencinin İnsan maymundan mı türedi? sorusuna cevap veren öğretmenin, okul yönetimi tarafından nasıl suçlandığından, eğitim müfettişleri tarafından ne amaçla soruşturulduğundan, laik, bilimsel eğitimden vazgeçildiğinden söz eder. Bunun sonucu olarak bilimden yana olanların konuşamadığını belirtir. Din eğitimlerinin çokluğundan, bütün okulların imam okullarına dönüştürüldüğünden yakınır. Türkiye’nin bölgesinde Almanya, Fransa, İngiltere gibi güçlü bir ülke olmasının önüne geçildiğini, bunun da emperyalistler aracılığıyla İslamcı siyasetçilere yaptırıldığını söyler. Düşünceye neden engel getirildiği konusu üzerinde durur.

    Bu yönüyle film hoşuma gitti Helinciğim. Ne zamandır ülke sorunlarına değinen film izlememiştim. Nasıl oluyorsa bazen yönetmenler bütün engelleri aşarak politik filmler de yapabiliyorlar. Hatta siyasal İslamcıların elindeki ilgili bakanlıktan para bile alanlar oluyor. Bir keresinde filmle bakanlığa verilen senaryo örtüşmeyince, bakanlık verdiği parayı ilgili yönetmenden tahsil etmeye kalkmıştı. Mahkemelik olunduğunu okumuştum, sonrasında ne olduğunu takip edemedim. Neyse Helinciğim, filmle ilgili anlatacaklarım bitmedi. Film, kalkınma, güçlü Türkiye olma umudunu kaybetmemiş, devrimci, laik demokrasiye inanmış, saray düzenine itiraz eden gençler üzerinde de duruyor. Filmin geçtiği mekân, Dil Tarih Coğrafya fakültesi. Ben de bu fakültede bir zamanlar yüksek lisans dersleri almıştım. O yıllarda fakültenin yönetim kadrosu şimdiki kadar gerici değildi. Bugün hangi üniversiteye, fakülteye baksan leş gibi iktidar yandaşlığı, bilim adı altında gericilik kokmakta. Akademisyenler daha lüks otomobilleri biniyor, daha pahalı konutlarda oturuyorlar, ama çoğunun kafasının içinde türban ya da sarık var.

    Filmin başında fakültenin çevresinde neden bu kadar polis var, neden bu kadar çok öğrenci ders dinliyor önce anlamıyoruz. Bu bölümden sonra yönetmen bizi eski günlere götürüyor. Geçmiş yıllarda Profesörün derslerine türbanlı girilmesine karşı olduğunu, gericileşen fakülte yönetimiyle sorun yaşadığını, sosyal medya üzerinden, iktidarın trolleri aracılığıyla defalarca linç edildiğini anlıyoruz. İlerleyen sahnelerin birinde türbanlı bir öğrenciyle yaptığı tartışmada şuna benzer cümleler dökülüyor ağzından: Sevgili gençler, hepiniz zorunludan başka bir de seçmeli din eğitimlerinden geçerek bugünlere geldiniz. Şu anda üniversite okuyorsunuz. Üniversitelerde düşünceye sınır yoktur, olamaz. Benim karşı olduğum şey kadınlarımızın başlarını kapatması değil. ‘Türban’ adı altında özgür düşüncenin önü kapatılmak isteniyor. Siyasal İslam, özgürlükleri ortadan kaldırmak için önce baş örtüsünü bireysel özgürlükler arasında görüp buna saygı duyulması gerektiği üzerinde durarak takiye yapmaya başladı. Senelerdir bize birey haklarına saygılı demokrasi hakkında ders vermeye kalkıyorlar. Samimi değiller her şeyden önce. En iyi bildikleri şey takiye, yani yalanla siyaset yapmak. Ne düşündüklerini açıkça ifade etselerdi bugüne kadar bu kadar güçlenmelerinin imkânı yoktu. Düşüncelerini açıkça ortaya koymak yerine olduklarından farklı görünmeye çalışıyorlar. Gerçek yüzleri bilinseydi, Müslüman cübbesinin altındaki emperyalizm görülseydi, siyaset sahnesine çıktıkları ilk gün silinip giderlerdi. Yalanla, hileyle dinci siyaset güçlendikçe, kadınlarımızın sosyal hayattan uzaklaştırılıp, çocuk doğurup ev işleri yapmak üzere dört duvar arasına kapatıldığına tanık olacağız. Maalesef gidişat bunu gösteriyor. Bana diyorlar ki: isteyen mini etek giysin, isteyen türban taksın. Türbanla mini etek aynı şey değil sevgili gençler. Mini etek modadır, diğeri silah. O silahla gün gelecek can alacaklar. Mini etek zevk için giyilir, fırsatını bulunca insanları hizaya getirmek için değil. Türban hakmış, özgürlükmüş, şuymuş buymuş… Bunları anlatmayın bana. İran’a bakın mesela, diğer Ortadoğu ülkelerine bakın. Özel hayatınızda istediğiniz gibi giyinebilirsiniz, ama kurumlara geldiğinizde, devletin, laik Cumhuriyetin kuralları geçerli olmalıdır. Bunda anlaşılmayacak bir şey yok. Sosyal hayat bir kişinin, bir grubun değil, toplumun geneli düşünülerek düzenlenir.

    Polis araçları okula doğru hızla yol alırken, son dersini yapan Profesör, öğrencilerine hitaben buna benzer şeyler söylüyor Helinciğim. Tam olarak anlatamadım belki… Hani bazı filmler vardır ya, anlatılmaz, izlemek gerekir. Bu filmde öyleydi. Yine de dilim döndüğünce anlatmaya çalışacağım. Bilirsin ya, üniversitelerde, okullarda, hastanelerde, mahkeme gibi kurumlarda çalışanlar türban takabilir mi, takarlarsa bu demokrasiye zarar verir mi şeklinde yapılan tartışmalar var ya, Profesör de pek çok meslektaşıyla birlikte bu tartışmanın içinde kalıyor. Bazı öğretim üyeleri baş örtüsünü, yasal engel olmasına rağmen kabul etmiş, ama eski kafalı olmakla suçlanan Profesör, hâlâ itiraz ediyor. Siyasal İslam'ın demokrasiye uygun olmadığını, bu anlayışla siyaset yapan partilerin kapatılması gerektiğini savunuyor. Toplum laik, bilimsel eğitimden geçerse böyle partiler zaten yaşayamaz, oy alacak seçmen bulamazlar, diyor. Akademisyenlerin böyle konuşan biri karşısında nasıl sessiz kaldıklarını izliyoruz. Bu bağlamda izin verirsen şunu da belirtmek isterim: Bence de Profesör çok haklı. Ben de bugüne kadar türbanın kadın özgürlükleri, insan hakları arasında sayılmasını kabul edemedim. Yanlış anlama Helinciğim, karşı olduğum şey özel hayattaki türban değil. Hakimlerin, doktorların, öğretmenlerin, kısaca kamu kurumlarında türban takılmasını doğru bulmuyorum. Böyle yerlerde inançları temsil eden özel kıyafetler olmamalı. Herkes inancına ya da inanmama şekline göre giyinecek ve bu her yerde geçerli kıyafet olacaksa bunun adı özgürlük değil, karmaşa, kaos olur. ‘İnancım izin vermiyor,’ diyen bazı kadın doktorların, ‘erkek hastaya bakamam’ dediğini de duydu bu kulaklar. Şu da var ki türban moda olsa, mesela inanç gereği değil de moda olarak kadın öğrenciler türban taksalar, Profesörün dediği gibi buna benim de diyecek sözüm olmaz. Moda dediğimiz şey rüzgâr gibidir, eser geçer. Yerine başka modalar gelir. Türban modası olsa da türban böyle değil. Beyinler öyle profesyonelce yıkandı ki, milyonlarca kadın, türban takmadan Müslüman olunamayacağını söylemeye başladı. Bunu da kadına, siyasal İslamcılar öğretti. Nasıl olduysa kadınla erkeğin eşit olamayacağını savunan İslamcılar bu konuda çok başarılı oldu. Hangi Müslüman ülkede kadınların saçıyla ilgili sorun yok ki? O kadınlar ki, yarın bir gün siyasal İslamcıların hiç de sandıkları gibi türbanı kadın özgürlükleri arasında görmediklerini, amaçlarının kadını erkeksiz sokağa bile çıkarmamak olduğunu, kafalarını duvarlara vurarak, ‘Biz ne yaptık? Ellerimizle geleceğimizi ateşe attık! diyerek gözyaşları içinde anlayacaklardır. Profesör, bu konular üzerine zaman zaman derslerine ara vererek, öğrencilerini ikna etmeye çalışıyor. Fakat iktidardaki siyasal İslamcı parti boş durur mu? O da Profesör hakkında yeni soruşturmalar başlatıyor. Mesela, türbanlı bir kız öğrenciye sarkıntılık yaptığı yalanını ortaya atıyorlar. Türbanlı öğrenci intihar edince de intiharın suçunu profesörün üzerine yıkıyorlar. Yani Helinciğim bu film, çoklarımızın hiç bilmediği akademi çevrelerindeki mobbing konusuna parmak basıyor. Bu iktidar zamanında sen de biliyorsun ya pek çok akademisyen ya işten atıldı ya sürüldü ya da susturuldu. Şu anda konuşabilen akademisyen sayısı o kadar az ki… Özellikle hukuk fakültelerindeki akademisyenler adına ne kadar üzülsek azdır. Binlerce hukuk Profesörü böylesine hukuksuz bir ülkede öğrenci yetiştirip aile geçindiriyor. Bunu da tirajı komik olaylar arasında görüyorum. Neyse… Filme dönersek, Baran Taşdelen adındaki mobbing mağduru Profesörün, kendisi gibi akademisyen, özel üniversitede görev yapan, 30’lu yaşlarında Jale ile Can adında iki çocuğu var. Jale de Can gibi türban konusunda babalarını haksız buluyorlar. Çocuklar babalarına kızarken şuna benzer şeyler söylüyor Helinciğim: Ülkenin şartları değişti. Laiklik diye bir şey kalmadı. Böyle devam edersen, farkında değil misin, hapse atacaklar seni. Ölünceye kadar da çıkarmazlar. Bunu mu istiyorsun? Emekli

    Enjoying the preview?
    Page 1 of 1