Discover millions of ebooks, audiobooks, and so much more with a free trial

Only $11.99/month after trial. Cancel anytime.

Edebiyat Terapi
Edebiyat Terapi
Edebiyat Terapi
Ebook195 pages2 hours

Edebiyat Terapi

Rating: 0 out of 5 stars

()

Read preview

About this ebook

Bugün hâlâ kendime şu soruları soruyorum: Kimim? Ne istiyorum? Varoluşum ne? Bunlara içtenlikle cevap verebilmek için kime döndüm? Sartre'a. Çünkü o kendi varoluşunu ölümüne dek sorgulamaktan hiç vazgeçmez ve "insan, kendisini oluşturduğu varlıktan başka hiçbir şey değildir" diye yazar. Ben de onunla birlikte, onun yolundan giderek, varoluşumu tüm çıplaklığıyla bir kez daha sorgulamak istiyorum.

Özgürlük, yaratıcılıkta ortaya çıkar.

Okuma, özgür bir düştür ve bu özgürlük ruhsal yapının en derin, en karanlık noktalarına giderek değişimi, gelişimi gerçekleştirir ve okuyan insan giderek artan bir duyarlılığa kavuşur.

Edebiyat Terapi, yoksunluktan varoluşa, özgürlüğe kavuşma isteğidir.

Özgürlüğüme bağlanmıştım.
LanguageTürkçe
Release dateDec 15, 2023
ISBN9786050960921
Edebiyat Terapi

Related to Edebiyat Terapi

Related ebooks

Related categories

Reviews for Edebiyat Terapi

Rating: 0 out of 5 stars
0 ratings

0 ratings0 reviews

What did you think?

Tap to rate

Review must be at least 10 words

    Book preview

    Edebiyat Terapi - Mine Özgüzel

    Edebiyat Terapi

    DOĞAN KİTAP TARAFINDAN YAYIMLANAN DİĞER KİTAPLARI:

    https://www.dogankitap.com.tr/yazar/mine-ozguzel

    EDEBİYAT TERAPİ

    Yazan: Mine Özgüzel

    Editör: Neclâ Feroğlu

    Redaksiyon: Serra Tüzün

    Yayın hakları: © Doğan Egmont Yayıncılık ve Yapımcılık Tic. A.Ş.

    Bu eserin bütün hakları saklıdır. Yayınevinden yazılı izin alınmadan kısmen veya

    tamamen alıntı yapılamaz, hiçbir şekilde kopya edilemez, çoğaltılamaz ve yayımlanamaz.

    Dijital yayın tarihi: /Haziran 2020 / ISBN 978-605-09-6092-1

    Kapak tasarımı: Duygu Yegül

    Doğan Egmont Yayıncılık ve Yapımcılık Tic. A.Ş.

    19 Mayıs Cad. Golden Plaza No. 3, Kat 10, 34360 Şişli - İSTANBUL

    Tel. (212) 373 77 00 / Faks (212) 355 83 16

    www.dogankitap.com.tr / editor@dogankitap.com.tr / satis@dogankitap.com.tr

    Edebiyat Terapi

    Mine Özgüzel

    Önsöz

    Ben bir varoluşçuyum!

    Hep içime dönmüşüm.

    Sessizliğim.

    Hiç fark edemedim dışarıda da sessizleşmişim.

    Lise yıllarımdayken felsefe hocam uyardı...

    Mine dışarı çık, dışarı çıkman lazım!

    Dostoyevski hayatıma işte böyle girdi.

    Sancılarımı anlamak, iç içe geçmiş kırılmalarımı, ıssızlığımı, iç dünyamdan dışarıya çıkarabilmek.

    Budala elime ilk aldığım kitap. Budala’nın kahramanıyla tanıştım orada, yaşam hakkında hiçbir şey bilmeyen, çocuksu, içte yaşayan haliyle karşılaştım. İlk kez kendime dıştan bakabiliyordum. Sanki yansımamdı okuduklarım. Yalnız değilim hissi geldi ve devam etti bir süre. Dostoyevski okumalarımda daha sonra Yeraltından Notlar’a çarptım. İyi bir çarpıştı. Bilinçten-bilinçaltına giriş. Dönüşümümü bana veren ilk eser. Dışarı çıkma cesareti verdi. Zihnimde satırları hâlâ döner durur. İlk günkü gibi güçlü. Yıllar içinde tekrar tekrar okuduğum eserlerin ilk sırasında yerini aldı.

    Yeraltından Notlar’la birlikte dönüşümümü hep hissettim. Meslek seçimimde ne denli rol oynadı bilemem ancak edebiyat okumalarım ve psikoloji çalışmalarımın birbirine geçişinden bir etki/değişim deneyimlediğim hatta iyileştirici bir güç yaşadığım çok net bir gerçek. Özelikle mesleğimi yaşarken, yaşamıma giren hikâyelerde, bu sürece katılındığında, yani okuma ve psikoloji aynı süreçte devam ettiğinde ruhsal yapıların, kişilik özelliklerinin neredeyse edebiyat ile buluştuğuna ya da bilinçaltı bir tercihle, kendim bu eşleşmeyi yaptırdığıma şaşarak tanıklık ettim.

    Yaşamımız boyunca bizde izler bırakan bir aile içinde dünyaya geliriz. Ve bu izlerin ruhsal yaşamamızın varlığını, oluşumunu yapılandırdığı engellenemez bir hakikat. Ancak biz bu izlerin varlığının farkına bile varamayıp kendimize aitmiş gibi yaşar gideriz. Bununla da kalmaz, mirasımızı çocuklarımıza da kendi gerçekleri buymuş gibi yaşatırız. Durum böyle iken, geçmişin, insan varoluşunda ayrılmaz bir şekilde iç-içe girmiş derin bir anlamı var. Şimdide yaşanılan ise o kadar uzak –yabancı. Kapı dışarı edilen çocukluk algılarımız, bilinçli ya da bilinçsiz.

    Daha sonraları, yaşamsal algılarım giderek kadınlığım, cinselliğim, anneliğime çarptı bu sefer de. Karşımda Simone de Beauvoir, bana doğru koştu, yanımda yerini aldı hiç tereddütsüz. O yılları birlikte yaşadık, kucak kucağa, hiç bırakmadı beni, sımsıcaktı. O anda hissetmiştim bir daha ayrılamayacağımı ve ayrılamadım. Sancılarım yeni oluşan kavramlarımla daha da arttı. Bir an hiç bitmeyecek sandım.

    Mesleğimin ilk yılları. Bilimin bilimselliği, buyurganlığı zihnimi işgal etti. O yılları bu bilgilerle dolu dolu geçirdim. Hissetmiyordum, anlayamıyordum, yorumlayamıyordum kendimi. Daha da yalnızlaştım, tıkandım. Daha da ıssızlaştım. Suallerim arttı ama cevaplar gelmedi. Anlamsızlık. Eksiklik. Yoksunluk her şeye hâkim olmaya başladı.

    Bilimsel bilgiler, ruhsal sancılar, çıplaklık ve nihayet yaşamsal deneyimler.

    Ve terapilerim-terapiler.

    Bir kitap okuyorum. Bir yazar dinliyorum. Neyi anlatıyor? Ne anlatmak istiyor? Peki anlatılanın gerçeği ne? İyi dinlemek, kendini vererek. Bilinmezi arayarak. Köşe bucağa bakarak. Dikkatlice.

    Bir kitap okur gibi, bir yazarı anlamak ister gibi DİNLEMEK. Anlatılanları değil anlatılamayanları, anlamaya çalışmak.

    İşte edebiyat, psikoloji buluşmaları.

    Çocukluk sancılarını anlamak, şimdinin varoluşu, şimdiyi yapılandırmak ve geleceği yaratmak. Sağlam bir zemin. Anlamın derinliği, esnekliği ve sezgisellik.

    O zaman YAZMA NEDEN?

    Kitaplar, okumalar, yazarlarla yaşamımın ne kadar iç içe olduğunu giderek anlamam, her yazarın hayatımın bir başka dilimine eşlik ettiğini somut olarak görebildiğim yıllardan beri içimde oluşan bir arzu; anlatmalıyım, paylaşmalıyım. İşte böyle bir ihtiyaçtan doğdu yazma.

    Uzun bir süre yazdım, okudum, anlattım. Çocuklara, çocukluğa ulaşmak istedim, belki de kendi çocukluğuma... Bilemiyorum. Çok şanslıydım, çocukluk sancılarımın içinde esinlendiğim, yararlandığım, örnek aldığım kadınların, erkeklerin hepsi yazarlardı. Süreç, iz sürmek... Her seferinde farklı bir bilgiye ulaşmak kendi içinde, aynanda, KENDİNDE. Sanki bir görme yolu açmışlardı. Kendini Okuyabilmekti en zorlu okuma ve en anlamlı hediye.

    Bireylerin, sözel ve sözsüz etkileşimlerinde doğal bir potansiyel olarak bulunan iyileştirici gücü, açık ve sistematize kılmak ve böylece kendini tanımlamak... Okumak ve edebiyat varsa SIRADAN YAŞAMAK yoktur, buna inanıyorum.

    Giriş

    Ben de yazarları hep arkadaş, bir dost gibi görenlerdenim. Çünkü onlarda çok değerli bir şey keşfettim. Onların yaşamlarında da bizim gibi kendi hikâyeleri var, fakat sezgi güçleri çok güçlü olduğu için o hikâyeleri çözebiliyorlar. Ben de onları okuyarak, anlayarak kendimi anlayıp çözebileceğime inanıyorum. Ve buna hep inandım. Peki nasıl arkadaş onlar? Bir defa en önemlisi dinliyorlar, anlıyorlar ve sanıyorum ben yazarlarla konuşuyorum. Bazen dikkat ediyorum, onların bazı cümlelerini o kadar içselleştirmişim ki kendi cümlelerimmiş gibi yaşayıp bu sefer de karıştırıyorum onlardan mı öğrendim yoksa kendi cümlelerim mi diye. Hani benim içsel sorunlarımı dinleyen, anlayan sanki tek onlarmış gibi, bu sorunları onlarla çözebildim; bir dil bütünlüğü yakaladım.

    Nasıl buldum onları? En başa dönersem kendimi anlamak değil, bilgilenmek istiyordum aslında. Lisedeyken felsefe hocam bu kızda bir sorun var diye annemi okula çağırmıştı. Bu kız konuşmuyor ama sayfalar dolusu yazıyor. Parmak kaldırıp kendini ortaya koyamıyor, sınıfta sessiz, öne çıkmıyor. Bilgisiz desek değil, çünkü yazıları güzel demişti anneme. Tahminimce o sırada çok içedönüktüm. Yani kenarda köşede kalan, popüler olmayan, suskun biriydim. Bunun üzerine hocam Dostoyevski’yi önermişti bana. Dostoyevski ile kendimi anlamaya çalıştığımda zaten Dostoyevski kendi içinde diğer yazarlara yol vermiş oldu. Nasıl yol verdi? Dostoyevski varoluşçuları tanımladı bana. Varoluştan Sartre’a gittim, Sartre’dan Simone’a... Çünkü o sıralar en önemli problemim, kendimi özdeşleştirebileceğim birinin yokluğuydu, yani kadınlığımın tanımı yoktu ve tanımımı arıyordum. Lisedeydim; kimim, neyim, genç kız mıyım, diye kendime sorular yönelttiğimde cinselliğimi tanımlama ihtiyacıyla Simone de Beauvoir’ı buldum.

    Simone ise Albert Camus’yle tanıştırdı beni. Camus’den Lawrence’a, Wolf’a ya da Zweig’a nasıl gittim bilmiyorum. Neye göre seçtim onları? Zannediyorum bilinçaltı seçim yaptım. Daha ziyade kendi çocukluklarında anne baba ilişkilerini çözümlemiş yazarları seçmiş olmamın nedeni, kendi bilinçaltımda kendi annemi ve babamı, yani o üçgeni tanıma çabasıydı belki. Sezgisel bir seçim olabilir. Bilinçaltımdaki sorunlarımın bilinç düzeyinde arayışı da olabilir. İnsan o sıralar tanım koymamış olsa bile yine de oraya gider, sonra yaşadıkça onu niye yaşadığını görebilir. Yaşamda da bu böyle. Bilinçaltı bilinç üstünde rolünü oynuyor, seçimlerini yapıyor fakat biz henüz başlangıç noktasındayken o seçimleri bilinçli yaptığımızı bilmiyoruz. Bunu ne zaman yakalıyoruz? Onu yaşarken.

    Eğer başta bana Dostoyevski önerilmemiş olsaydı ve Dostoyevski’nin açtığı yola girmeseydim bu tanımı bulamazdım. Şöyle bir yol izledim ben hep (halen de öyle yapıyorum): Bir kitabı okurken kitabın içindeki isimleri çıkarıyorum, sonra o insanları okumaya başlıyorum. Benim okuma zincirim öyle oluştu ve hâlâ da o şekilde oluşmaya devam ediyor. Zaten, bir yazarın yolundan öteki yazara gittiğim için bir süre sonra, sanki hep aynı mahallede dolaşıyormuşum gibi aynı insanlara rastlar oldum. Mesela André Gide’i okurken baktım Oscar Wilde’ı anlatıyor, Oscar Wilde da onu… Bunun yanında, bir de şunu düşünüyorum: Yazarlar kendilerini tanımlamada, var etmede hep bir yol açtılar kendilerine, onların böyle var olduklarını düşünüp o yolu iyi bir rehber olarak görüyorum. O nedenle ben de onların yolundan gitmeye çalışıyorum.

    Bu kitabı yazma fikri nasıl oluştu peki? Ben aslında yazmayla gelmedim. Okuduğum yazarlar gibi yazabilmeyi çok isterdim. Çünkü insanın içsel duyuşlarını yazabilme yetisine çok hayranım. Hayatta kendimden en büyük beklentim kendi kendimi algılamak ve içsel dilimi kullanabilmek. Çünkü bu bana yetiyor ve orada o yalnızlığımla çok mutluyum. O yüzden, en başta amacım, çevremdeki insanlara, eşe dosta sevdiğim yazarları anlatmak ve tanıtmaktı. Onlara hep yazarlarım aracılığıyla ulaşmaya çalıştım. Ama sonradan, yaptığım şeyin hiç de gerçek olmadığını, aslında bilinçaltımda kendi iç hikâyemi oluşturup anlattığımı, demek ki iç hikâyemi anlatmak ve onlara seslenmek ihtiyacı içinde olduğumu gördüm. İlerleyen süreçte geri dönüp notlarımı okumamış olsaydım, herkese Dostoyevski’yi ya da Stefan Zweig’ı anlattığımı zannedecektim. Halbuki bu yazarlar beni içbenimle buluşturmanın yanı sıra beni konuşturdular da. Benim için en büyük değer, içsel varlığımı kendimin algılaması. Onu başka bir insanın algılayacağına dair bir beklentim yok çünkü bunun doğada zaten gerçek olmadığına inanıyorum. Gerçek olmayan bir şeyi yapmak yerine içbenimle ve kendi gerçeğimle buluşmayı çok daha doyurucu ve değerli buluyorum. Ve bu yazarlar şimdi hayatta olsalardı onlara sadece teşekkür etmek isterdim. Onlar kendilerini bulmalarının içinde bana rehber oldular. Nasıl oldular? Yaşamlarında bir sorunla karşılaştıklarında içlerine dönüp iç malzemelerini kullanarak özgün hikâyeleri ile karşımıza çıktılar. Onların geçmişlerini yorumlayarak var olduklarını gördüm. Ben de içimdeki bütün duyguları tanımak, yaşamak istedim. Yazarlar bana en önemli meselenin yaşamdaki sorunlar karşısında farklı düşünebilmek olduğunu gösterdiler. O zaman kendi içimdeki sorunları anlaşılabilir, çözülebilir bir zenginlik olarak gördüm. Bir kitabı okurken, yazarı tanırken aslında kendi sorunlarıma çözüm bulmak ve kendi öğretilerime gitmek amacıyla okuyorum. Kendim kendimi anlayabilirim. Kendimi kavrayabilirim. Kendimi yaşayabilirim. Gerçeğin sadece bu olduğuna inanıyorum: Bir insanın, içbeniyle buluşmadığı ve kendi çabasıyla içsel varlığına dönmediği müddetçe var olamayacağına ve bunun çok değerli olduğuna inanıyorum. Benim için iç monolog, içiyle bütünleşmek yaşamsal bir gerçek.

    Yazarların bunu kendi kendilerine yaparken varoluşları benim çok bütünleştiğim bir olay. Onları okumadan bunu yapabilir miydim? Benim yapım, varlığım buna yetmedi. Bana açtıkları yolla var olabildim. Onları bulabilmek de benim için çok büyük bir şanstı. Ben yazarları bulabilmeyi kendi kendime keşfettim ama olmasalardı, kendi içime ulaşmayı yapamazdım. Onun için bu yazarların bana sundukları büyük değer, hayatımda kendimle buluşmamda oynadıkları rol.

    Bu kitabın okunmasını niye istiyorum peki? Bir eser mi bırakmak istiyorum? Bir iz mi bırakmak istiyorum? Meşhur mu olmak istiyorum? Herkesin hikâyemi okumasını mı diliyorum? Hayır, yayılmak istiyorum galiba. Bir ütopyam var. Kendini var etmiş bireylerden oluşmuş bir toplum düşü de diyebiliriz buna. Yaşamamızın nedeni ve varlığımızın hikâyesi bilinçaltımızda. Her insanın onu mutlaka öğrenmesi gerekiyor. Bunu öğrenebilmenin önkoşulu, edebiyatın bizlere sunduğu zenginlik ve bilginin içinde kendimizi tanımlayabilmek ve kendimizi oluşturabilmek. İnsan, ancak bu koşulu yerine getirdiği takdirde, birey olmanın yanında aynı zamanda toplumsal bir varlık olmuyor mu sizce de? Bu anlamda bu kitabın yaşanabilir olmasını umuyorum.

    Virginia Woolf

    Bu sabah uyandığımda hemen yataktan kalkmadım. Genelde daha hızlı hareket ederim ama bugün yatağın içinde kalmak istedim. Ve kendime şu soruları sormaya başladım: Ne hissediyorsun? Ne yaşıyorsun? Bugünün senin için önemi ne? İçsel olarak gerçeği söyle bana; bugün ne yaşamak istiyorsun?

    Peki ilk kez bu sabah mı başladım bu iç diyaloğa? Hayır. Geçmişe döndüm. Belki daha önceleri de yapıyordum, ama gözümün önüne ilk, dokuz on yaşlarımdaki halim geldi. Her pazar akrabalar bizim eve yemeğe gelirdi. Sofra sohbetlerinde bir süre sonra babamın, hele n’olacak bizim şu memleket meseleleri, diye girizgâh yapmasıyla eniştelerim, halalarım masayı çevreleyen büyükler pür ciddiyet politikadan, memleket meselelerinden konuşmaya, günün ciddi sorunlarını tartışmaya başlarlardı. Ben de oturduğum yerden yavaşça sıyrılıp, kimselere belli etmeden masaya yönelirdim. Aralarına saklanmış, onları dinlerken bulurdum kendimi. Öyle oturaklı konuşurlarken ben yüzlerine bakar, mimiklerini, ifadelerini seyrederdim. O yaşımda söylediklerinden tek bir sözcük anlamam elbet mümkün değildi, ama her birini gözümü kaçırmadan büyük bir ciddiyetle izlediğimi dün gibi hatırlıyorum. Sonra ansızın annem beni fark eder, çık dışarı, der gibisinden kaş göz ederdi. Hiç oralı olmaz, izlemeyi sürdürürdüm. En sonunda bir gün beni odadan dışarı çıkardı, Mine, ne yapıyorsun, diye paylayarak. Şu an ne hissediyorsam o gün de aynısını hissediyordum: Gayet emindim yaptığımdan, bir nebze rahatsızlık duymuyordum, utanılacak bir yan görmüyordum ve annemin gözüne, ne diyorsun, türünden öylesine şaşkın şaşkın baktığımı hatırlıyorum. Bu böyle sürüp gitti çocukluk yıllarım boyunca. Hep büyüklerin arasına usulca girdim, saklandım. Yaptığım, izlemek ve hissetmekti.

    Daha sonraları sokaklarda insanları da aynı şekilde dikkatle izlediğimi fark ettim, bugün de hâlâ izliyorum. Yıllar sonra üniversiteden mezun oldum, mesleğe atıldım. İlk görevim akıl hastanesindeydi. Psikoloji bölümünden mezun olmak kendi başına bir şey ifade etmez. Diğer mesleklerde olduğu gibi sadece çiçeği burnunda bir diplomalısınızdır. Önemli olan sahada ve yaşamda edindiğiniz tecrübedir. Deneyimli meslektaşlarım, biz ilk mezunları elbette çırak gibi kullanır, bizi odadan içeriye, koğuşlara almazlardı. Hatırlıyorum, o zamanlar da bir şekilde aralarına karışarak içeri kaçar, hemen odanın bir köşesine çekilirdim. Onlar beni fark edene kadar kapı çoktan kapanmış ve vaka artık içeri alınmış olduğu için beni dışarı atmaları da mümkün olmazdı. Şimdi geriye dönüp bakınca, o günlerde bir his olarak içimden geçen o baskın duyguyu daha iyi anlayabiliyorum. Bizim meslekte de prosedür sorular vardır: Ne hissediyorsun, ne yaşıyorsun, ne düşünüyorsun, peki bugün ne var, gibi. Meslektaşlarım, vakanın öyküsü için meslekleri gereği bu rutin soruları sormak mecburiyetindeydiler tabii, ama benim aradığım bu değildi. Bu sorular bana sıradan, tatsız, yavan geliyordu. Ben bir koku, bir renk peşindeydim. Peki dedim o zaman dönüp kendime, bu mesleği kendi isteğinle severek seçen sen değil misin, o halde nasıl oluyor da içinde bu lezzeti, bu tadı bulamıyorsun?

    Birkaç yıl sonra akıl hastanesinden genel bir devlet hastanesine tayinim çıktı. Hastane Avrupa yakasındaydı, evim karşı yakada. İki oğlumdan büyüğü dört, küçüğü bir buçuk yaşındaydı o sıralar. Onları hastanenin yuvasına vermiştik. Mesaim bittiğinde çocukları yuvadan alıp eve gidiyorduk. Sabah sekizde imzamızı atar, hastaneye girişimizi yapardık. Demek ki sekizde orada olabilmek için sabahın altı buçuğunda yola çıkmam gerekiyordu. Bir arabamız vardı, çocukları yuvadan alınca arkaya oturturdum, eve dönüş yolunda arabayı sürerken yol boyunca kendi kendime durmadan konuşurdum; bugün şöyle şöyle oldu türünden bir tür gündökümü. Hatırlarım, küçük oğlum, o minicik kafasını koltuğun aralığından uzatır, büyüğü de oturduğu yerden saatlerce beni dinlerdi. Ben yetişkin cümlelerimle konuşurdum onlarla. Büyüdüklerinde bir gün bana, söylediklerini anlamıyorduk ama son derece ciddi bir şeyler anlattığının farkındaydık,

    Enjoying the preview?
    Page 1 of 1