Discover millions of ebooks, audiobooks, and so much more with a free trial

Only $11.99/month after trial. Cancel anytime.

PROJE 90° S
PROJE 90° S
PROJE 90° S
Ebook686 pages8 hours

PROJE 90° S

Rating: 0 out of 5 stars

()

Read preview

About this ebook

Tekne ile Antarktika kıtasını, rotanızı hiç değiştirmeden, düz bir güzergâh üzerinden geçmek ister miydiniz?


Bora yaptığı işin özelliği ve kurduğu doğru bağlantılar sayesinde, madden zenginleşmiş, dünyanın tanıdığı saygın kişiler arasında yerini almış, gözde ve yakışıklı bilgisayar mühendisidir. Sadık köpeği Cingo ve teknesi «Hüdâ-Verdi» ile kendini denize adamıştır.


Bora’nın bir huyu vardır. «Duyduğuna ve hatta gördüğüne dahi inanma! İşin aslını ve eşyanın gerçeğini oku!» Bu tarz düşünce Borada prensip olmuş, çalışmalarında her zaman ön planda yer almıştır. Son aldıkları iş teklifi gerekçesiyle, hedeflerinin Antarktika olarak belirlenmiş olması, toplantı ve görüşmeler sırasında ortaya çıkan “Madem ‘Hüdâ-Verdi’ bunu yapabilir, o zaman Antarktika kıtası baştan sonuna kadar karadan tekne ile geçilmelidir” fikri benimsenmişti.


Canlı yayın olarak yapılacak bu Antarktika kıtası geçiş serüvenine, kutup noktasını belirleyen, uluslararası adı “90 derece Sud” olan ismiyle yani “Proje 90°S” adını vererek çalışmalarına başlamışlardı.


Yıllar sonra Bora’nın karşısına Elif’in çıkmasıyla tekrar yaşam amacını bulan Bora, “tam olduk” darken Elif’in eski eşi Nero, ona yardım ettiğinden dolayı, Bora ve ekibini hedefe almış, onlar için türlü akıl almaz tehlikeli saldırı nitelikli tuzaklar ve planlar yapmaktadır.


“Önce çocuğum” diyen Elif’in kızını kurtarmak için yapmayacağı hiçbir şey yoktur. Peşlerinde Hüda-Verdi gibi eşi benzeri olmayan, özel tasarım ve teknoloji dolu tekneyi eline geçirmek için çabalayan çeşitli tehlikeli ve karanlık güçler saldırmak için her an fırsat kollamaktadır. Bora ve ekibi tüm bu meydan okumalara, saldırılara ve doğa şartlarına karşı koyarak hedeflerine ulaşmak için her şeyi göze alırlar.

LanguageTürkçe
Release dateMar 12, 2024
ISBN9786256015258
PROJE 90° S

Related to PROJE 90° S

Related ebooks

Related categories

Reviews for PROJE 90° S

Rating: 0 out of 5 stars
0 ratings

0 ratings0 reviews

What did you think?

Tap to rate

Review must be at least 10 words

    Book preview

    PROJE 90° S - Galip Mertol Gürzel

    Yıllar sonra…

    Bora gece ortasında uykusundan birden uyandı. Gerçi uyuyor muydu, uyumuyor muydu, ne olduğunu o da bilmiyordu ya. Başında bir zonklama hissetti. Gözlerini acıtan, sert bir ağrıydı bu. Birkaç dakika sonra ağrı birden geçti.

    Aralıklı da olsa, en fazla bir iki dakika süren, kulak çınlaması ile başlayan bu tür ağrılar oluyordu. Son zamanlarda bu ağrılar sıklaşmıştı. Korkulacak bir şey yok, diye geçirdi içinden…

    Kalktı, önündeki pencereye doğru yürüdü. Dışarı baktı, zifiri karanlıktı. Sadece su şırıltıları geliyordu. Belli ki hâlâ teknedeydi.

    Yarın, yani Cumartesi ekibiyle Venedik ’te buluşacaklar ve çok önemli bir toplantıya katılacaklardı. Belki de bu yüzden sinirleri gergindi. Tekrardan Ke-O-Rem yapmaya başlamasının iyi olacağını düşündü. Yatağın üzerinde olduğu halde Ke-O- Rem oturuş pozisyonunu aldı.

    Çin’de, Tibet Shaolin rahiplerinden öğrendiği şekilde düşüncelerini kendine yoğunlaştırdı… İşte, ne olduysa o zaman oldu.

    Kafasının sol tarafına doğru alttan yukarıya sanki birisi çekiçle tok… tok… tok… diye vuruyordu. Aşırı derecede kulak çınlamasıyla birlikte gelen dayanılmaz bir ağrı oluştu. Fakat bu ağrı bir iki dakikaya kalmadan geçti. Bora, ayağa kalktı. İçinde tuhaf bir duygu vardı. Beyin kanaması geçirmekten korktu. Neler oluyordu acaba? Aklında dolaşan endişeli sorulardan kendini alamıyordu.

    Bir anda etrafında bir değişiklik olduğunu fark etti. Sanki başka bir mekândaydı.

    Neredeydi? Neden saçları ıslaktı? Aslında son hatırladığında yatakta oturuyordu. Duş mu? Duşa girmedim ki, dedi kendi kendine.

    Cingo, diye seslendi. Ama Cingo ortalıkta gözükmüyordu.

    Herhalde kendini dışarı attı yine, haylaz şey, diye düşündü.

    Gözleri yavaş yavaş karanlığa alışan Bora, kendisinin bir banyoda olduğunu fark etti. Bu banyo da neresiydi?

    Ben biraz önce Ke-O-Rem oturuşunda değil miydim? … Ne duşu ne banyosu ya!?? diye hayıflanırken, aceleyle giyinip dışarı çıktı.

    Beyninden film şeritleri geçiyordu. Sanki görüntülerle boyutlar arası gidip geliyordu. Ve zonklamalar yine başladı. Zonk… zonk… zonk…

    Koridora geldi ama bu koridoru da tanımıyordu. Neredeyim ben? Yoksa hafıza kaybı mı geçiriyorum? diye düşünürken kendine ismini, yaşını sormaya başladı. Evet, bu

    Soruların cevaplarını biliyordu.

    Sanki şu an bulunduğu ev, onun evi gibiydi. Neyin nerede olduğunu biliyor, aradığı her şeyi buluyordu. Camdan dışarı bakınca, cadde ve ışıklandırmalardan anladı, İsviçre’deydi.

    İsviçre mi?

    Yani hafıza kaybı yoktu. Ben neden İsviçre’deyim ki? diye düşündü. Buraya gelmeyeli on seneden fazla olmuştu. Burası kendi evi gibiydi, her şeyi eliyle koymuş gibi buluyordu. Peki, bu ev neresiydi?

    O birkaç saniyeliğine, aklından geçen kareler neydi? Bir kadın ve iki kız. Kimdi bunlar? Masanın yanındaki dolabın üzerinde gördüğü fotoğrafa daha iyi bakınca, çok şaşırdı. Bu kadın biraz Sıla’yı hatırlatıyordu Bora’ya. Ama Sıla ile ayrılalı on sene olmuştu.

    Oturma odasına geldiğinde, eşyaları ve ev düzenini hiç tanımadığını fark etti. Bir değişiklik vardı. Bir yandan da her şey Bora’ya o kadar tanıdık geliyordu ki. Bu nasıl olabilir diye geçirdi aklından. Neyi arasa eliyle koymuş gibi bulabiliyordu.

    Etrafta Bora’nın da içinde olduğu düğün fotoğrafları vardı. Bu fotoğrafları inceledi. Resimlerdeki adam kendisine benziyordu ama yanındakiler kimdi? Hem ne zamandır sakal bırakmıştı Bora? Üstelik bu fotoğraflarda daha yaşlı gözüküyordu. Dolabın camından kendi yansımasını gördü. Evet bu fotoğraftaki Bora ile yansımadaki Bora aynı adamdı.

    Koltuğa oturmak istedi, durakladı. Döndü. Gitti kendisine kahve koydu. Kahve makinesi tanıdık geldiği için rahatladı. Belki biraz sakinlerim, düşüncesi ile koltuğa oturdu. Televizyonu açtı. Haber programlarını aradı. Telefona baktı Tarih 17 Aralık… O tarih yani ayın 17’si ve Aralık. Ama Aralık’ta olmallarına imkân yoktu. İlkbahar olması gerekirdi. Dışarıda hava serin ve yağışlıydı. Oysa Bora ekibi ile Venedik’te buluşacaktı. Tekne nerede peki? Ya Cingo? diye düşündü.

    Tuhaf… Her şey o kadar karmaşıktı ki; bu ev ile alakalı dün ne olduğunu, neler yaşandığını dahi bilmiyordu. Boş boş koltukta oturmaya başladı.

    17 Aralık’ta Bora’nın hayatını değiştiren bir olay olmuştu. O zamanlar henüz yirmili yaşlardaydı. Ama bu çok eskilerde kalmış bir konuydu. Her şey çok tuhaftı. Neden 17 Aralık? Neden başı bu kadar ağrıyordu? Aynı onun Bora’yı terk edip gittiği günkü gibi.

    Bora birden sanki kulağına daha önce fısıldanmış sözcükleri, tanıdık bir sesi hatırladı.

    Neden sabretmiyorsun? Bora cümleyi tamamladı.

    Her şeyde bir hayır vardır elbet. EyvAllah!

    Televizyonda haberler vardı ama Bora haberleri dahi algılayamıyordu. Savaşlar, acizleştirilmiş insanlar, trafik, curcuna, sokak çatışmaları. Sanki başka bir dünyanın haberlerini izliyor gibi geldi ona. Gerçi o pek haber izlemezdi. Olabilir ben onca senedir denizlerdeyim, dünya belki değişmiştir, diye düşündü.

    Düzelmek ümidi ile dışarıya çıkmaya niyetlendi. Ama dışarısı hâlâ alaca karanlıktı. Saatine baktı. Saat 06:45’i gösteriyordu.

    Birden evin içinde ezan okunmaya başladı. Bora irkildi. Ses elektronik bir cihazdan geliyordu. Cihazı eline aldığında ekranda Ezan ayarlarını güncelleştirmek için programa giriş yapın yazıyordu.

    Elindeki cihazı masanın üzerine koydu. İçgüdüsel bir davranışla otomatik olarak gitti, abdestini aldı. Ardından sanki bir robot gibi yürüyerek çalışma odasının yerinde serili olan seccadenin başına geldi. İki rekât sabah namazını kıldı. Sabah sâlâ’sını yerine getirdi. Bora her şeyin rüya olduğu kanısıyla tepkisiz bir şekilde kendini olayların akışına bırakmıştı.

    Namazın ardından tekrar oturma odasına gelen Bora elektronik cihazı eline aldı. Parmak izi ile açtı. Ezan Programını güncelledi. Aynı anda içinden ben ne zaman namaza başladım, diye geçirdi.

    Her şey çok tuhaftı. Yaptığı her şey ona bir yandan anlamsız ve yabancı geliyor. Öte yandan tanımadığı bu ortamda, sanki her gününü burada geçirmiş gibi gayet doğal hareket ediyordu.

    Nasıl oluyordu da tüm bunlar yani kahve makinası, parmak izi ile açılan cihaz, namaz kılışı sanki her zaman doğal olarak yaptığı şeylermiş gibi hissettiriyordu.

    Neydi bu şimdi? Yani Bora’nın aslen burada yaşadığı belliydi. Ama hiçbir şeyi hatırlamıyordu. Kafasındaki her şey kopmuştu. Bir saat öncesini hatırlamıyordu. Dünü, bir evvelki günü? Geçen ayı? Geçen seneyi? Burası neler olduğu hakkında hiçbir fikri yoktu. Ama tekneyi, Cingo’yu, çalıştığı projeyi en küçük detayına kadar hatırlıyordu.

    Bora toparlanmaya çalıştı. Dün Hırvatistan’ın sevimli Šibenik kıyı kasabasına geldiğini ve güzel bir koya demirlediğini hatırlıyor. Hatta o andan öncesi ve geçmiş hayatının tüm detaylarını biliyordu.

    Uyandığında beynindeki zonklamalar arasında gördüğü karmaşık fotoğraf, bu kareler ve aynı anda içinde olduğu bu evin görüntüleri karma karışık bir şekilde ona yansıyordu. Sanki aynı anda iki farklı zaman boyutundaydı. Belki de böyleydi. Öyle olmalıydı. Yaşadığı şey ne kâbusa ne de hafıza kaybına benziyordu. Fakat bu ev... İsviçre... Şu an yaptıkları… ve Sıla ile olan resimler…

    Kendini farklı hissediyordu. Sanki uzun bir uykudan uyanmış gibiydi. Ya da senelerce komada kalmış, hayatını bir rüya içinde geçirmiş ve şimdi uyanmıştı.

    Peki tüm bu olaylar neden 17 Aralık tarihindeydi? Yani neden Şubat değil de Aralık’ta olmuştu?

    Unutmak istediği olayların aklına gelmemesi için onca zamandır MLP çalışmaları yapıyordu. Acaba tüm bu olanlar O’nu unutmak için yaptığı MLP çalışmaları ile ilgili olabilir miydi?

    Yavaş yavaş baş ağrısı dindi. Belki değişiklik iyi gelir düşüncesiyle, üzerine bir şeyler giymek istedi. Bu ev düzeninde her şey başkaydı. Spor kıyafetler yoktu... Takım elbiseler, gömlekler, makosen ayakkabılar, çeşit çeşit kravatlar ve birkaç pijama. Bora ilk kıyafeti kaptı, kapı önündeki ayakkabıları giydi, elbiseler dahi bir iki beden büyüktü ama boyları uymuştu. Dışarı çıktı. Asansöre bindi.

    Asansörde epey sarhoş bir adam vardı. Bora bu adamı hiç tanımıyordu. Adam ona Guten Morgen Herr Bora dedi. Bora’da Guten Morgen Herr Wagner diyerek cevap verdi. Demek ki bu adamı tanıyormuşum yoksa ismini nereden bileceğim ki, diye geçirdi içinden.

    Dışarıda hava epey soğuktu. Bulunduğu caddeyi çok iyi tanıyor gibiydi. Düşünmeden aşağı doğru yürüdü. Sanki her gün yaptığı bir şeymiş gibi. Yürürken Türk olan berberin ve biraz aşağıda olan dönercinin selamlarını aldı. Ona ismi ile seslenmişlerdi. Kaldığı ev istasyona çok yakındı. Tam tramvaya binecekti ki durdu. Aklı pek çok soru ile meşguldu.

    Neden ben şimdi bu tramvaya biniyorum? Binmem gerektiğini nereden biliyorum? Sahi, nereye gidiyorum?

    Kendinden şüphelenmeye başlamıştı. Tramvay durağına anca varmıştı ki, birden ona doğru el sallayarak gelen çok hoş ve sempatik birini fark etti. Boynu sağa doğru eğik, sevecen yürüyüşü olan güzel bir genç kadın.

    Kadının yüzünü seçmek imkânsızdı. Havanın soğukluğu sebebiyle yüzünü kutuplarda yürüyüşe çıkmış biri gibi bir şal ile kapatmıştı. O heyecanlı yürüyüş tarzı Bora’ya bildik geldi. Çok uzun zamandır görmediği ve onu bin kişinin içinden tanıyacağını iddia edebileceği üstelik unutmaya çalıştığı biriydi bu.

    Kadın geldiğinde Bora’yı dudaklarından kardeşçe tek bir vuruş öpüşle öpüp, Nerede kaldın Bora, işe geç kalacağız dedi ve Bora’ya elinde tuttuğu take a way kahvenin birini uzattı. Bora bu duruma da şaşırdı. Bu kadın Bora’nın kahveyi nasıl içtiğini nereden biliyordu ve neden iki kahve almıştı, daha evvel orada sözleşmişler gibi…

    Gelen tıklım tıklım tramvaya, zor da olsa bindiler. Bora’ya kahve veren kadın yüzünü ve kafasını kısmen örten şalı çıkartınca, Bora neredeyse elindeki kahve bardağını düşürecekti. O an Elif’in masmavi doyulmaz gözleri ile karşılaştı. Bora şaşkınlıktan ne diyeceğini bilemedi. Sustu. Sonra sadece Elif ! diyebildi ama sessizce.

    Kadın Bora’ya dönerek Efendim! Bora’cığım, Naz diyecektin herhalde. Küstüm şimdi valla, adımı bile unutmuşsun... Hem söyle bakayım, Elif de kim? Yeni birini mi buldun?... diye sordu. Hiç vakit kaybetmeden elini Bora’nın yanağına okşarcasına uzatarak. Senin ateşin mi var? Kendini iyi hissetmiyor musun? Ne oldu sana? Yoksa, Sıla ile atıştınız mı? diye sıraladı. Bora şaşkın vaziyette ne olduğunu anlamaya çalışırken, kadın devam etti .

    Boracığım sen hasta mısın gerçekten? Ay kıyamam sana…

    Naz gülümseyerek ve alaycı bir tavırla söylemişti tüm bunları. Hınca hınç dolu olan tramvayda ayakta duruyorlar ve kadın Bora’ya sırtını yaslamış bir vaziyette cep telefonuna acele bir şeyler yazıyordu. Bora’ya neredeyse hiç bakmıyordu. Oysa, Elif olsa gözlerini hiçbir zaman ayırmazdı onun gözlerinden.

    Bora Yoo kendimi hiç hasta hissetmiyorum ama seni birden karşımda görünce şaşırdım Elif… Ay yok yani Naz. Biliyor musun seni o kadar özlemişim ki, kelimelerle ifade edemem. Bora, kendi söylediklerine kendisi de şaşırıyor. Saçmaladım galiba, diye düşünüp, pot kırmaktan korkuyordu.

    Naz tuhaf tuhaf Bora’ya baktı. Bora’nın tavrına pek anlam veremedi ama Bora’nın arada bir yaptığı takılmalara alışıktı. Bir de şu Bora’nın bitmek bilmeyen komplimanları yok mu, içinden geçirerek gülümsedi…

    Aslında Bora ile olan daimi flört halleri aralarında hiç dile gelmemiş, sorun olmamış olsa bile Naz’a iyi geliyordu. Ne zaman morali bozuk olsa, Bora onun neşesini yerine getirebiliyordu.

    Naz için Bora ile aralarındaki bu karşılıklı güven ve sevgi onların sıkı dost olarak kalmalarına da yarıyordu. Bazen uzun zaman görüşmeseler bile buluştuklarında kaldıkları yerden devam edebiliyorlardı. Birbirlerine nefret edecek kadar kızsalar bile küsemezlerdi… Onlar gerçek dost olmasını bilenlerdendi.

    Bu sebeple Naz, Bora’ya dönüp sadece şunları söyledi; "Haklısın Bora. Gerçi sadece iki haftadır görüşemedik…

    Biliyor musun ben Türkiye’deydim… Ağabeyimi ziyarette… Düşünüyorum da ben de seni çok özlemişim yaaa…"

    Bora söyleyecek bir şey bulamıyordu. Ne olup bittiğini henüz anlamamıştı. Bir yandan da sonucu çok merak ediyordu. Ne olacaktı?

    Bora, Elif’i çok uzun zamandır görmüyordu. Seneler geçmişti. Elif’i gerçekten çok özlemişti. Üstelik onu unutmak istemesine rağmen. Elif, onun en güvendiği insan, can dostu hatta gizli aşkıydı. O olaylı güne kadar çocuklukları, her dakikaları birlikte geçmişti. Ne zaman herhangi bir şekilde ayrılsalar bilirlerdiki tekrar buluşacaklar. Buna güvenerek hiç tasalanmazlardı. Bunlara rağmen Bora, Elif’i görmeyeli on seneden fazla olmuştu

    Bora, biraz da kendine bozularak neden onu aramayı akıl edemediğine hayıflandı. Oysa, şimdi rüyasının tam ortasında yer alıyordu. Peki bu Naz, çok benzediği halde Elif değilse, kimdi? Rüyasında isimler neden değişiyor olabilirdi? Elif nerede o halde, diye düşündü.

    Buradaki Elif yani Naz, Bora ile en son iki hafta önce görüştüklerini söylüyordu? Bu nasıl oluyordu? Ne anlama geliyordu?

    Bir de Sıla meselesi vardı. Evdeki fotoğraflarda Bora ile Sıla yan yanaydı. Sıla neredeydi? Bu evde olması gerekmez miydi? Neler oluyordu böyle?

    Sıla, Bora’nın bankada çalıştığı yıllardan iş arkadaşıydı. O sıralarda Elif, İngiltere’de stajdaydı. Bora için dokunamayacağı tutkulu bir aşkın gölgesiydi. Bora’nın Elif ile bir ilişkileri olabileceğine dair ümidi yoktu. Elif, gününü gün ediyor, sanki sadece bir arkadaşmış gibi yaşadığı ilişkileri Bora ile paylaşıyordu. Sıla ise derli toplu, disiplinli, mantıklı bir genç kadındı. Beraber bir hayat kurabilirlerdi. İyi bir aileden geliyordu. Nezih bir ortamda büyümüştü. Elif’in yokluğu, Bora’yı görmezden gelişi, Sıla’yla yakınlaşmalarına sebep olmuştu. Belki büyük bir aşk yoktu aralarında ama bir sevgi doğmuştu.

    Şimdi Bora için önemli şuydu; Burada, bu hayatta Sıla ile evliydi. Oysa Bora yaşadığı olayları unutmak için çok çaba göstermişti. Neler olduğunu anlamak istiyordu. Ya hemen bu rüyadan uyanması gerekiyordu ya da bu rüyayı devam ettirecekti.

    Hastane sürecinde Bora herkes tarafından unutulduğunu düşünerek, Sıla’yla olan bütün ilişkisini aklından silme terapisi yapmıştı. Böylece onları aklında özgür bırakıp, yalnızlık, terk edilmişlik düşüncelerinden kurtulmak istiyordu. Sıla’nın onu hiç aramaması, peşine düşmemesi büyük hayal kırıklığı olmuştu.

    Bora uyanmalıydı… Bu ne biçim rüya böyle!, dedi. Onun çoktan bu gördüğü insanları unutmuş olması gerekirdi. Bir yandan da olan biten çok ilginç geliyordu Bora’ya. Ya sabır!, dedi içinden. Kendiliğinden uyanana kadar bu rüyada kalmaya karar verdi. Bunu yapmak zorundaydı. Çünkü bu yaşam tam da Bora’nın hayal ettiği yaşamdı. Hem Sıla hem Elif’in içinde olduğu bir dünya…

    Tramvay dördüncü durakta durunca Naz bir yandan Bora’nın kolunu tutarak, diğer yandan da kalabalığın içinde yol açarak tramvaydan indi. Geç kalmanın yarattığı stresle acele ederek durağın önüne geldiler.

    Anlaşılan Elif, durağın sonundan sağa dönecekti Bora ise sola. Elif duraksadı, Bora’ya döndü ve tekrar dudağından öperek Sıla’ya selam söyle döndüğünde beni arasın. Ha! Bir şey daha var Bora! Şaban’ı fazla kafana takma, Allah onu da öyle yaratmış. Sabret Bora! Sıla konusunda da sabret dedi ve gitti.

    Bora, Elif’in tavırlarından ve konuşmalarından hiçbir şey anlamadı. Hem Elif neden bu kadar soğuk ve yabancı gibi davranmasına rağmen Bora’yı dudağından öpüyordu? Pardon yani Naz!

    Şaban da kimdi? Şimdi bir de bu çıktı başımıza, diye düşündü. Bilinçsizce sola döndü. Karşısına eskiden İsviçre’de çalıştığı Telekomünikasyon firması çıktı. Sanki kontrol dışı çalışan bir robotmuşçasına oraya doğru yürüdü. Artık hareketleri ve davranışlarını oluruna bırakmış, ne olacak diye merakla devam ediyordu.

    İnsanlar robotlaşınca böyle oluyormuş demek, diye düşünerek gülümsedi. Ve bomboş kafa ile ilerlemesine devam etti. Yolda tanıdık kişilere selam veriyordu. Eskiden birlikte çalıştığı arkadaşları artık çok yaşlı gözüküyordu. Çoğu evlenmiş, çoluk çocuğa karışmıştı.

    Binanın kapısına geldiğinde sanki her gün yapıyormuş gibi cebinden giriş kartını çıkarttı. Asansöre bindi. Üçüncü kata çıktı. Arkaya doğru yürüdü. Bir dolaptan laptopunu ve klavyesini aldı.

    Her şey çok tuhaftı. Bu kat, sanki Hindistan gibiydi. Gördüğü beş kişinin dördü Hintliydi. Masaların olduğu bölüme geldiğinde yaşlıca bir adam bozuk şivesi ile Bora’ya kabaca Nerede kaldın, yerini zor ayırdım, kapacaklardı dedi. Ona ayırmış olduğu masayı gösterdi. Bora, laptopu ve klavyeyi hazır olan ekrana taktı. Kalktı, kahve makinasına gitti. Giriş yaptığı kartla kahvesini aldı. İçinde birkaç İsviçre frangı meblağ vardı. Kahve 50 kuruştu. Bora, içinden eskiden kahve ve çay bedavaydı, vay cimriler, diye geçirdi. Masasına döndü. Laptopa giriş yaptı. Şifreyi de biliyordu.

    Bora’ya tüm bu olanlar bir rüya gibi geliyordu. Artık her şeyi akışına bırakmış, bu oyunu sadece izliyordu. Akşam iş çıkışında eşyalarını topladı, dolabına kaldırdı. Etrafına baktı. Şaban çoktan Allah’a ısmarladık bile demeden çekmiş gitmişti. Cezayir asıllı Fransız, Kanadalı olan bu adamın adı Chabane imiş. Yani yazılışta fransızca, okunuşta Şaban.

    Garip olan neredeyse tüm gün Bora kimse ile konuşmamıştı. Çünkü kimse kimseyle konuşmuyordu. Sanki Romalılar devrinde gemilerdeki kürekçiler gibi bütün gün kölelik etmişler. Çalışma saatleri sonlanınca hızla çekip gitmişlerdi.

    Peki Bora tüm gün boyunca yaptığı bu işleri nasıl yapacağını nereden biliyordu? Madem 10 senedir aralıksız bu firma da çalışıyordu, neden hiçir şey hatırlamıyordu?

    Ayrıca burası güya Bora’nın eskiden çalıştığı firma idi. Bora, kendi hatırladığı geçmiş işin de Windows işletim sistemleri ile çalışmıştı. Hatta o şirketin bilgi işlem sistem projesini bile kendisi yapmıştı. Hâlâ onun yapmış olduğu sistem kullanılıyordu. Bugün Şaban ile çalıştıkları bilgisayarlarda Unix sistemleri ile kuruluydu.

    Anlamadığı pek çok şey vardı. Şayet bu bir rüya ise neden kendini bir film izlermiş gibi olayların dışında hissediyordu?

    Eşyalara dokunabiliyor, yorgunluk, soğuk ve sıcak gibi her şeyi algılayabiliyordu.

    İş çıkışında dosdoğru eve geldi. Evde kimse yoktu. Etrafa daha dikkatli baktı. Evrakları karıştırdı. Bilgisayarı açtı ve her ne bulduysa okudu. Evdeki fotoğraflar Sıla ile Bora’nın evlilik fotoğrafları idi. Ayrıca iki çiftin daha düğün fotoğrafları duvarda asılıydı. Bu fotoğraflara daha dikkatli bakınca bunların Sıla ile Bora’nın çocukları olması gerektiğini anladı. Bu kızlar Bora’ya çok tanıdık gelmişti. Demek ki kızlar evlenmişlerdi.

    Asıl soru şuydu; Bora bütün bunları neden hatırlamıyordu? Yani insan hiç değilse evlendiğini ve çocuklarının doğumunu unutmaz. Ama Bora hiçbir şeyi hatırlamıyordu. Kendi kendine, filmin o bölümlerini kaçırmışız herhalde, diye güldü.

    Bulduğu bütün evrakları ortaya döktü. Evlilik cüzdanı, nüfus kâğıtları, pasaportlar, albümler. Rüya olarak algıladığı bu Bora, bizzat kendisiydi. Sıla ile evlenmiş, şu an 24 ve 26 yaşında olan iki kızı vardı.

    Bora’nın kafasını karıştıran ve asıl ona çok anlamsız gelen şey, içinde olduğunu varsaydığı bu durumda her şeyi yapan, konuşan, yaşayan otomatik bir vücut olmasıydı. Sanki Bora’nın şuuru paralel evrendeki bir Bora’nın içinde gibiydi. Bu durum çok canını sıkıyordu.

    Tüm bunlar bir rüya değilse, Bora hafıza kaybı yaşamış olmalıydı. Tekne hayatı ve saniye saniye hatırladığı son on sene bir hayal olabilir miydi? Yani bitkisel yaşam, koma hali olsa bile kendisinin şimdi hastanede uyanması gerekmez miydi?

    Bora’nın yeni olan bu hayatta olan biteni anlaması gerekiyordu. Her şeyin başladığı banyoya geri gitti. Aynada kendine daha dikkatli baktı. Sakalları vardı. Epeyce bitkin ve yaşlı görünüyordu. Oysa Bora daha 35 yaşında olmalıydı. Aynadaki Bora nereden baksan 10, 15 yaş daha yaşlı gözüküyordu. Bu nasıl olmuştu? Bora neredeydi? Gerçekten rüya mıydı tüm bunlar?

    Diğer taraftan olan biten eğlenceliydi de. Çünkü Bora’nın o günkü olaydan sonra kaybettiği ve bir daha asla göremediği Sıla buradaydı. Burada bir ailesi vardı. Ayrıca bu âlemde can

    dostu, Elif vardı. Sanki onu o geceden sonra bırakıp gitmemiş gibi samimiydiler üstelik.

    Bu sefer aklına Elif takıldı. O bu rüyada neden Naz olmuştu? Ve bugüne kadar aralarında neler yaşanmıştı? Elif’in davranışları biraz farklıydı. Değişmişti. Eski Elif’e nazaran daha resmi davranıyordu. Birlikte büyüdükleri onca sene ve o son gece yaşanmamış gibi.

    Acaba bu rüyadaki Naz ile Elif arasındaki fark neydi?

    Bu sürümde de Naz, Bora’yı terk edecek miydi? Bu nedenle bu oyuna yani rüyanın sonuna kadar burada kalmaya istekliydi. Evrakları karıştırmaya devam etti…

    Bir ara düşüncelere daldı. Geçmişte Elif’ten hiçbir zaman ayrılmayacağını düşünürdü. Elif, İngiltere’de yaşadığı süre boyunca her fırsatta Bora’nın yanına gelir. Beraber vakit geçirirlerdi. Sıla hayatına girene kadar Elif en yakınındaki insandı. Sıla’yla beraber oldukları bir kaç sene boyunca da sık sık görüşme fırsatları olmuştu. Ama Bodrum’da yaşanan o gün, Elif onu hiçbir neden söylemeksizin bırakıp gitmişti.

    Belgelerden anladığı kadarıyla büyük kızı üniversiteyi bitirip Mikrobiyolog olmuş. Yüksel Lisans yapmıştı. Küçük kızı ise Eczacılık fakültesinden mezun olmuştu. Bora gülümsedi. Oh! dedi. Ablası ilaçları keşfeder, kardeşi de paketler satar. Bir fabrika mı açsak acaba?. Hayali bile eğlenceliydi.

    Tam bu arada telefon çaldı. Bora daha çok şaşırdı. Elinde son sistem akıllı bir telefon vardı. Ekranda isimle birlikte bir fotoğraf belirmişti. Arayan Sıla’ydı.

    Sıla, Bora’ya Hayırlı akşamlar sevgilim, biz ablamlarla ancak kurstan çıktık. Şimdi otele doğru gidiyoruz. Senin günün nasıl geçti? diye sordu.

    Bora şaşkındı. Normal hayatında Sıla’yı 10 yıl önce Bodrum’da yaşanan günlerden beri görmemişti. Bu rüyada ise Sıla ile evliydi. Hiç görmeyi düşünmediği, unutmaya çalıştığı birine ne söyleyeceğini bilemedi.

    Neredesiniz? diye sorabildi.

    Sıla Almanya’dayız ya… Bilmiyor musun? Kurstayız, Münih’te… Unuttun mu? dedi.

    Bora biraz bocaladı. Normal şartlarda bilmesi gerekirdi. Ama gerçekten de ne olduğunu anlayamıyordu. Naz’ın Sabret! emri aklına geldi ve soruyu biraz da ortalığa yem artarcasına değiştirerek tekrar sordu.

    Onu biliyorum tabii. Şehre inmediniz mi? O anlamda sordum. dedi. İçinden Haydi, attık yemi! Artık rasgele diye geçirdi.

    Sıla Yok, henüz değil. Cumartesi dönüş yolunda gideceğiz. Buradan şehir 30 km. Zaten kar da var. Oradan da Zürich’e yola çıkarız. dedi.

    Bora şaşkınlığını biraz olsun üzerinden attı. Sıla ile konuşurken kendisine bir kahve yaptı. Bu evin küçük bir balkonu vardı, oraya çıktı. Bulduğu sandalyeye oturdu.

    Bir taraftan aklında bir plan yapmaya başladı. Dört günü vardı. Başını, omuzlarını dikleştirdi. Bora efendi, ya bu vücuttan çıkıp kendi hayatına döneceksin. Ya da bu deveyi güdeceksin! Dört günün var unutma!, dedi.

    Arkasından Sıla’nın kurs içeriğini anlatmasının sonunda Sıla, bugün biraz kafam karışık... Sabah uyandığımda baş ağrısı ile kalktım. Ardından iş yeri ve Şaban bir tuhaftı, canım sıkıldı dedi.

    Sıla, Bora’ya Sevgilim, sorun yapma. Bak biz modern-tıp kurslarında bir yığın metot öğreniyoruz. Gelince senin bel ve baş ağrılarına elbette bir çözüm buluruz dedi. İyi geceler dileyerek telefonu kapattılar.

    Bora burada kalacaksa şu modern tıp mıdır nedir, Sıla ile ilgili meseleleri öğrenmesi lazımdı. Neyin ne olduğu ve Sıla ile bugüne kadar neler yaşadığını bilmesi gerekirdi. Biraz televizyona takıldı ve yorgunluktan erkenden yatağa gitti.

    Baştan uyuyamadı. Koskoca yatakta sadece kendisi vardı. Oda karanlıktı. Pervazları yarıladı. Ama yatak sanki başkasının yatağıymış gibi yadırgadı. Sağa döndü, sola döndü. Bir türlü

    uyku tutmadı. Sırt üstü tavanı seyretmeye başladı. Bu yatak Bora’nın daha evvel yattığı bir yatak değildi. Kesinlikle bir başkasının yatağıydı. Kendisini hırsız gibi hissetti.

    Birden yine başının ağrıdığını fark etti. Kulakları çınlıyordu... Aslında yarın yani Cumartesi, Venedik’te toplantıda olmalıydı. Bu kaotik düşünceler arasında uykuya daldı. Bora uyuduğunu anlamadı. Karmakarışık rüyalar görmüştü.

    Yalnızlık ve Farkındalık

    Sabah uyandı. Ayağa kalktı. Banyoya yöneldi. Aynanın karşısına geçti. Aynaya baktığı anda, aynadaki yansıması bulanıklaştı. Başına o şiddetli ağrı tekrar geldi, gözünü açamaz oldu… Ortam hâlâ karanlıktı. Lambaları söndürdü. Yatağa yattı ve başındaki ağrı geçene kadar bekledi. 10-15 dakika sonra tekrar kalktı. Evin perdesini aralamaya çalıştı, perde yoktu. Bir anda fark etti ki, tekneye geri dönmüştü.

    Yatağın yanındaki düğmeye bastı. Cam şeffaflaştı oda aydınlandı. Bora suyun üzerinde parlayan yakamozu gördü. Anlaşılan rüya bitmişti ve tekrar tekneye dönmüştü.

    Saatine ve tarihe baktı. Saat sabah 06:35 civarıydı ama hâlâ Cuma idi yani teknede başının ağrıdığı ilk gün… Bora rüyasında gerçek gibi tam 24 saat kalmıştı. Ama şu anki saat ve takvime bakılırsa, tüm bu rüya sadece bir iki dakika içinde olup bitmişti…

    Bu neydi şimdi, diyerek kendi kendine mırıldandı.

    Ne tuhaf bir rüyaydı bu? Bir de o baş ağrısı? Ardından gelen üşüme duygusu. Daha önce hiç böyle olmamıştı. Bora olayı analiz etmeye başlarken, düşünce lere daldı. Aslında bu rüya o kadar da fena değildi. Rüyadaki Sıla, daha sıcakkanlı, sevecen anlayışlı ve mütevazi biriydi. İkisi evlenmiş, iki de kızları varmış. Normal iş hayatı yani sabah sekiz akşam beş çalışma saatleri. Eve gelince arayan soran bir kadın. Sıla’dan beklenmeyecek bir ilgi. Sonra güldü.

    Yanına gelen Cingo’ya baktı. Konuşmaya başladı.

    "Ha Cingo, bir de kocaman göbeğim vardı, görecektin… Hele o gözlükler tam iğrenç bir durum. Hiç mi modayı takip etmiyor muşum? Kim ben mi? Ben o mu? Ben o muyum?

    Belki de… yok değil… Muhakkak çevrem de genişlemiştir orada yani rüyada... Beni arayan da çok olur muhakkak. Fakat o yaptığım iş, çalıştığım yer amma sıkıcıydı. Hapishane gibi giriş kontrolleri, sigara içme yerleri kafes gibi. Sonra bisiklet park yasağı, en komiği de bu. Çalışanların üç kat aşağıdaki kapalı parka inmeleri gerekiyor. Kendine ait bir masan bile yok. Herkes kapmaca oynuyor. Bir de Şaban, ne tuhaf bir insandı o."

    Cingo, Bora’nın anlattıklarını meraklı gözlerle sessizce dinliyordu. Bora, tekrar düşüncelere daldı.

    Başka bir açıdan bakılırsa aslında bir taraftan da güzelmiş böyle yaşamak. Kurulu düzen. Garantili hayat, heyecan yok… Dirseklerine dayanarak yattığı yerden doğruldu. Hâlâ uyku sersemi idi. Bulunduğu kamara biraz serindi. Hiç oralı olmadan düşünmeye devam etti.

    "Benim yaşadığım hayat, hayat mı yani? Tekne üstünde bir oraya git bir buraya dön. Onunla yat bununla seviş. Kendimize düzen kurduk, kurduk ama boş ve yalnız bir düzen.

    Bir yandan da hiçbir şeyi kafaya takmadan, özgürce, o liman senin bu liman benim gezip duruyorum. Zamanında beni denizden çıkartmasalardı, şu anki yaşam tarzımın altından kalkabilecek maddiyatı bulabilir miydim? Neyse ne ya! Zaten hâlâ aile hayatım yok. Kendimi hayatın akışına bıraktım. Arkama bile bakmadan ilerleyip duruyorum.

    Hoş gerçi zaman nasıl geçti anlamadım ama güzel de geçti. Şayet denize atlayıp aptalca, düşüncesiz bir şekilde, nereye gittiğimi bilmeden yüzmeseydim; belki de şimdi bu rüyasını gördüğüm hayat benim olacaktı. Sıla ile evli, iki fıstık babası, damatlar falan, belki de toruncuklar…"

    O sırada telefon çaldı. Yavuz arıyordu. Ama Bora o kadar kendinden geçmiş ve rüyanın etkisinde kalmıştı ki. Telefonun teknenin ses düzenine bağlanması için verdiği komutu dahi fark etmedi. Yavuz birkaç kere Alo Bora dediyse de Bora bunu duymadı… Yüksek sesle, kendi kendine konuşmaya devam etti.

    "Gördüğüm rüyanın en güzel tarafı hâlâ hiç değişmemiş olan Elif. Bazen yumruklarımı ısırıp kendi kendimi döveceğim geliyor. Nefret ediyorum kendimden. Madem her şeyi, herkesle olan sorunları çözmek, unutmak için onca yöntem denedim. Bari Elif’i de arasaydım. En azından ne olduğunu bilirdim. Elif her yönden anlaştığım ve gizliden gizliye hep arzuladığım kadındı. Sıla’dan önce, Sıla varken, Sıla’dan sonra. Çok etkileniyordum ondan. Elif’in omzuna masaj yaparken bile tir tir tit rerdim. Bazen kafamı kırasım geliyor.

    Neymiş efendim? Ya ben yaklaştığımda ‘Seni ağabey gibi görüyorum’ derse. Seni ağabey gibi görüyor, sakın dokunma. O büyü bozulur… Bak! Bak! Bak! Yok, ille de evlilikmiş, Sıla’ymış, yok yesinler …. Yok şu, yok bu. Eften püften düşünceler. İnsan gerçek sevgiyi bulduğunu neden anlamaz ki?

    Hani neredeler? Kimse var mı etrafında? Yalnızsın oğlum yalnız! Anla bunu! Seni hiç değilse dost olarak bırakmayacak tek kişi Elif’ti. Ama onu da kendinden uzaklaştırmak için elinden geleni yaptın! Yok efendim Sıla öyleymiş, böyle iyi aile kızıymış, nezih ortamda büyümüş. Erkeklerle gezip dolaşmazmış. Aşk olmasa da evlilik kutsalmış. O da intikamını aldı, gitti sonunda…

    Şimdi işin doğrusu… … …"

    O an düşüncesi bile adeta takıldı durakladı Bora’nın. İki üç kez derin nefes aldı. Başına gelenleri hatırladı.

    Bazen düşünüyorum, demek kadınlarda kendi çıkarları için arkadaş edinip, ihtiyaçları bitince de onu orada öyle bırakıp gidebiliyorlarmış. Demek Elif için benimle birlikte olmak bir anlam ifade etmiyormuş. Belki de kabahat bendedir…Kadın arkadaşlarıma daha kaba ve erkekçe duygularla yaklaşmalıydım, belki. ‘Gel ulan buraya yavrum (!)’ diyen öküzler gibi … Ya da baskı yapıp onları hapsederek, fiziksel olmayan ruhsal işkenceler yaparak ?!! Caniler gibi. Belki benim hatam nezaketim, sevecenliğim olmuştur. Ah be Bora boş ver! Giden gelmiyor! İhtiyacı olur da bir gün geri gelir diye düşünerek beklemek, senin kendi suçun. Diğer erkeklerin yaptığı gibi kullanıp atsaydın kenara, bak nasıl koşarlardı peşinden… Biz de tersi oldu. Boş ver …

    Sessizliği fırsat bilen Yavuz, söze girdi.

    Oğlum ben sana tam da bunu demiyor muyum? Senin sevgi dediğin şey bir erkek için sadece aptallıktır. Güvenmek ise enayilik. Takma kafana artık. On sene geçti diyorsun. Elif gidip evlenmiştir, şimdiye kadar boy boy çocukları olmuştur. Ben sana demedim mi ‘Hiçbir zaman hiçbir kadına seni seviyorum demeyeceksin, dememelisin’ diye. Sıla ne yaptı sana? ‘Kısmet... Belki… Bilmem…’ diye oyaladı durdu. Nişandı törendi ne zahmetlere girdik. Sonuçta sen komadan uyanmadan gitti, evlendi. Birimize bile sormadı. Tamam, hadi diyelim haberi yoktu ama 6 ay hepimiz sabırla senden haber çıkmasını bekledik. Bu kız sabredemedi mi? Hiç aramak sormak aklına gelmedi mi? Ha belki de ‘Zorladılar’ onu diyeceksin. Olabilir. Ailesinin tek derdi kızı evlendirmekti. Sence bahane mi bu? Bak etrafına! Etrafın ne kadar güzel kadınlarla dolu. Ama onlar da sözde erkek müsveddelerine kul köle oluyorlar. Dayak yiyorlar, hakaret işitiyorlar. Eve hapis ediliyorlar. Anne ve hatta kardeşleri ile bile konuşmalarını yasaklıyor bazı adamlar. Buna karşı kadınlar o suratsız meymenetsiz adamların gözünün içine bakıyor… Ne çekerlerse çeksinler, nefret bile etseler adamları terk edemiyorlar, gittikçe bu duruma alışıyorlar…

    Bu arada Yavuz, Bora’nın bu hallerine daha evvel de şahit olduğu için rahatça Bora’nın özel hayatı hakkında konuşabiliyordu.

    Uzun süre ikisi de sessiz kaldı. Yavuz, Bora’nın kendi kendine yaptığı bu konuşmaya cevaben Boş ver Bora, seni biliyoruz. Ben sana ne dersem diyeyim sonuçta sen, hayal etmesi bile güzel diyeceksin.

    Bora yukarı baktı. Mikrofonların olduğu tarafa. Tekne boş ve dışarıda da sakinlik vardı. Birkaç kuş vızıltısından başka bir şey yoktu. Bu nedenle Yavuz’un sesi etrafta yankılıyor ve sanki gaipten birileri konuşuyordu. Bora, telefonun ses sistemine bağlı olduğunu fark edince güldü.

    Alaycı tavırla Yavuz devam etti.

    Bora söyle bana, şimdi Elif dediğin kişi bugün şu karşındaki kimsesiz adada olsa ne yapardın?

    Bora unutmuşçasına Yavuz’a sordu. Sen benim yerimi nereden biliyorsun?

    Yavuz devam etti. Eh yani biraz Hüdâ-Verdi’nin özelliklerinden. Elimdeki tablete geliyor bilgilerin. Bu arada ekip geldi. Akşama kadar Venedik’in tadını çıkartacağız sonra seni bekliyoruz. Tabii akşama kadar kafayı komple yemezsen. Hem sana ne oldu da bu kadar eskilere daldın?

    Eskilere lafı Bora’yı tekrar tetiklemişti.

    Yavuz var ya, Elif çıkar karşıma ‘Boracığım nasılsın?’ diyerek boynunu hafif sola eğip gülümser mi? Dudaklarıma rüyamda gördüğüm Naz’ın yaptığı gibi masum tek bir öpücük kondurur mu?

    Yavuz şaşırmıştı Rüya ne? Ne oldu yine? Ben de kendi kendine kuruntu yapıyorsun sanmıştım.

    Bora devam etti Yok ya, tuhaf bir rüya gördüm. Elif vardı Sıla vardı. Kafam ondan karışık. Rüyadaki Bora benden daha şanslı galiba? Hem Naz hem Sıla yanında. O doğrusunu yapmış. Arkadaşı yanında. Evlenip çocuk yapmış. Acaba mutlu mudur?

    İkisi de gülmeye başladı.

    Bora, Hayal kurmak da güzel amma, rüyada bunları yaşamak bambaşkaymış yahu dedi.

    Yavuz cevap verdi. Hadi kaptan yola çık. Gelince anlat mutlaka. Çok merak ettim o rüyayı şimdi.

    Bora arka güverteye gelmişti. Kenarda çocukça oturmuş, bir yandan elindeki çayı yudumluyor bir yandan kıyıda dolaşan Cingo’yu izliyordu. Cingo, kâh tekneye çıkıyor kâh tekrar karaya yüzüp geliyordu.

    Bora tekrar düşüncelere daldı. Demek ki istinasız her kadın sadece kendi içgüdüsel çıkarları için erkekleri arkadaş edinip, onlarla samimi oluyorlardı. Sıkıcı ve zor günlerinde ihtiyaçları olduğu için yani. İhtiyaçları bitince onları orada öylece bırakıp gidiyorlardı… Karadullar misali.

    Şükür henüz beni yiyen kimse olmadı, diye düşündü Bora. O kadar iğrenç miyim ben? Kendi düşüncelerine kahkahalarla gülüyor, bir yandan da gözyaşlarına boğuluyordu. Sinirleri epey bozulmuştu… Onca emek boşa gitmiş, senelerce bastırdığı iç dünyası gördüğü bu rüya ile tekrar dışarı fırlamıştı.

    Bora elinde olmadan kendi kendine konuşmaya devam ediyordu. Gördüğü rüyanın etkisi, teknede yalnız oluşu için de olduğu duygusal dalgalanmayı olumsuz etkiliyordu.

    Kıç tarafta yer minderlerinin birinin üzerine bağdaş kurdu. Ke-O-Rem şeklini aldı ve oturdu. Düşüncelerini yoğunlaştırdı. Asıl amacı rüyadaki Bora’ya ulaşmaktı. Ona soracak o kadar çok sorusu ve konuşmak istediği o kadar çok konu vardı ki. Bu sorular senelerdir kafasından çıkmıyordu. Bu düşünceler sanki arka planda hep vardı ve bugün açığa çıkmışlardı.

    Eski ile şimdi arasında Bora’da ufak tefek farklar vardı. Eskiden Elif için çıldırır ama onu ne kadar sevdiğini ona söyleyemezdi. Onun mutlu olmasını ister, ama onu başkasıyla görmeye dayanamazdı. Bu olayları defalarca yaşamış ama her seferinde kendisini sakinleştirmeyi ve bunu Elif’e hissettirmemeyi başarmıştı. Ona dokunmaya bile kıyamazdı.

    Elif’e duyduğu sevgi, Bora’nın kalbinde her geçen sene daha da büyümüş, yaşamının kaynağında ikisi bir bütün olmuşlardı.

    Bora ezelden beri kendi kendine konuşurdu. Eskiden bu konuşmaları çatılarda ay ile yapardı. Kendi kendine isyan ederdi. Ama yaşadıklarından sonra bunun çözüm olmadığını öğrendi.

    Kaçmak çözüm değildi. Ke-O-Rem yaparken MLP yöntemleri ile Elif’e olan duygularını silmeyi hep başarmıştı. Ta ki rüya- sında Naz’ı görene kadar…

    Bora için Elif bambaşkaydı. Sanki onunla arasında ruhsal bir bağ vardı. Karşı karşıya geçer, saatlerce konuşmadan birbirlerine bakarlardı. Aralarında hiçbir zaman kızgınlık olmaz, birbirlerini kırmayacak kadar açık davranırlardı. Biri diğerinden sır saklamazdı. Kalbin dile gelmesi, işte tam da bu! dedi Bora.

    İnsanın kendinden sakladığı sırları bile karşısındakine söyleyebilmesi. Benim en çok arzuladığım, onun gözleri ile görmek, ciğerleri ile solumak, bacakları ile yürümekti. Yani onun dünyasını yaşamak, her zaman onun yardımına hazır olmak. Onunla tek vücut olmak. Birlikte yaşamak, yaşlanmak ve birlikte ölmek. Ölüm ötesi birliktelik. Bora, derin bir nefes almaya ihtiyaç duydu. Soluklandı. Kalbinden bir dua yükseldi. Allah’ım bu duyguları onunla tekrar yaşamaya ne kadar ihtiyacım var.

    Ama ona dokunursa herşeyin biteceğine inanıyordu. Sahip oldukları büyülü ilişki çökerdi. Efsun uçar giderdi. Belki ikisi de o an yok olurdu. Belki de Bora, en çok bundan korkuyordu. Nitekim sonunda da öyle oldu zaten.

    Kaybetmek! Aslında çok komik değil mi, diye geçirdi aklından. Yani onun olmayan bir şeyi kaybetme korkusu. O senin olmadı ki, yani tam olarak, dedi. Hep eksik kalmışlardı.

    Bazen, belki de her şeyi göze almalıyız. dedi. Hiçbir şeyden korkmadan. Ama biliniyor ki, nefis, tutku ve arzu işin içine girerse sevgi denilen varlık o anda ölüyor. Çünkü sevgi pürüz olmamalı. Bora bu düşündüklerine gerçekten inanıyordu…

    Bora’nın sıkıntısı duygularını açıkça ifade edememiş olmasıydı. Saatlerce konuşsa, gözlerinin içine baksa dahi duygularını anlatamazdı. Dile gelmeyeni içinde saklardı. Çünkü bunun tek taraflı kalmasından korkardı.

    Bora, o güne kadar sabit fikirlerine sağdık kalmış ve Beni istemeyen biri ile asla! diye tutturmuştu. Bu yüzden her zaman aynaya bakmalı insan, diye düşünürdü. Sen kimsin? diye sormalı. Belki karşındaki insana yetmeyeceksin. Bunlar Bora için önemli mevzulardı.

    Daha evvel hayatına giren kadınlardan duyduğu iki şey ona çok ters geliyordu. Birincisi, Senin aşkın bana yetmez.. İkincisi İnsan kalbine laf anlatamıyor, insanın kalbi onu isteyeni değil kendi arzuladığını istiyor.

    Ah, Bora, diye iç çekti haline. Onlara hislerinden bahsettiğin kadarı ile kalırsın. Sen onları sevginle sular beslersin, bunu dile getirmediğin sürece faydalanırlar, sonrası bir hiç.

    Bora, bir kadına Sana âşık oldum deyip cevap alamamaktan çok korkuyordu. Sevginin ne demek olduğunu bilen bir erkeğin böyle bir cevap almasının çok ağırına gideceğine inanıyordu. Kadının susup, hiçbir şey yokmuş gibi hayatına devam etmesi fikri bile onu dehşete düşürüyordu. Kendi düşüncelerinde kaybolmaya devam etti.

    Ah Bora! Ne seni bırakır ne de sana gelir. İşte bu araf var ya, bu arafta kendini uçurumdan aşağıya atılmış gibi hissedersin. Ya dibe vurmayı kabulleneceksin ya da o sana kendini anlatana kadar sabredeceksin. Çünkü kadın bir erkeğe hislerini söylemez. Kalbindekini saklar! Hep bir şey vardır kendilerine sakladıkları. Şayet kadının çocuğu varsa zaten şansın yok. Çocukları birden fazla ise, sen bitmişsin. Hemen yok ol oradan! Şayet kadın çocuklu ve üstelik bir de terk edilmişse, gururu zedelenmiş ve kullanılmış ise, işte o zaman hemen yat ölü numarası yap!

    Bu sözlerin sonunda güldü. Bir yandan gözünden yaşlar boşanıyor diğer taraftan kahkahaları ıssız adayı çınlatıyordu. Cingo, Bora’nın karşısına geçmiş, şaşkın şaşkın bakıyordu. Her zaman ki gibi kafası yana yatmış. Tek kulak havada…

    Bora, bu düşüncelerin içindeyken aynı anda kulağı dinlediği bir programdaydı.

    Beklentiler ve beklentilere ulaştıktan sonrası!

    Birden konuşulanların farkına vardı. Bora’nın sorunu buydu; sonuca ulaşma korkusu. Belki de içini kemiren duyguların asıl sebebini bulmuştu.

    Bora hayatında pek çok şey yaşamıştı. Tüm bu çalkantılı ve sıkıntılı dönemlerde görünmeyen ellerin kendisine yardım ettiğine inanırdı. Şu an ki durumu başından geçenler düşünüldüğünde olağanüstü iyi sayılırdı.

    Ama aşk, sevgi ve ilişkiler konularında pek parlak sayılmazdı. Her seferinde beklentilerinin hayal kırıklığı ile bitmesine alışmış olduğu halde, korkuyordu. Aklına geldikçe içi titriyordu. Neden böyle oluyordu? Tam olarak burası bir muammaydı.

    Şayet benim bu kadar çok sevdiğim kişi beni de aynı derecede severse? O zaman ne yaparım? Ne olur? İşte bunu bilmiyorum… İnsan bilmediğinden korkar, derler. Ben bunu hiç yaşamadım ve bilmiyorum… Sonsuz aşk… Yani gerçekte sonsuza kadar olan karşılıklı sevgi bu kadar önemli mi? İnsanların dünyaya gelme sebebi bu mu? Ya o aşk karşılık bulursa? Acaba var da, ben fark etmiyorsam? İnsan nasıl kalkar bunun altından?

    Bora, göğsünün daraldığını fark etti. Allahım sana sığınırım bu korkumun gerçek olmasından ve gerçek aşkı bulduğumdaki benim beceriksizliğimden…

    Bora’nın o güne kadar şansı hiç yaver gitmemişti. Tamam buldum, beni gerçekten seviyor zannı ile kendisini sevdiğine en çok inandığı kişi bile onu bırakıp gitmişti. Üstelik Bora o kişiye, Seni seviyorum dedikten sonra. Bende insanım! dedi sinirle.

    Bora’nın en büyük kuruntusu bir taraf aşkını ilan ettikten sonra karşısındaki kişi basit bir sebeple bir gün dahi aramasa ya da uzak dursa kendini Terk edildim diye algılamasıydı.

    Bugüne kadar yaşadıkları olaylardan dolayı hiç kimseye güvenmiyordu. Belki de asıl olan, gerçek aşkı insanda aramamaktır. Gerçek aşkın yeri başka bir yerde ya da başka şeyde olabilir!

    Tüm bu düşüncelerden kendisi de bunalmıştı. Ah be Bora, boş ver! Giden gelmiyor geri, dedi ve tekrar derin derin içini çekti…

    Bora teknede yaşadığı için, tekneye bindiği andan itibaren herhangi bir ülkede değildi. Bağımlı değildi. Tekneler gibi, nerede karaya yanaşırsa oraya hemen bağlanırdı. İpleri çözüp attığında da gelsin özgürlük.

    Özgür köle! derdi kendine Bora. Bu cümleyi işler ters gittiğinde söylediği gibi, işler çok iyi gittiğinde de tekrarlardı.

    Bora’nın tek eksiği vardı. Bora yalnızdı!

    Hiç evlenmemiş. Orada burada, onunla bununla sadece gönlünü eğlendirerek vaktini geçirmişti. Neredeyse her ilişkisinden bir acı ve yara almıştı. Birkaç uzun süreli ilişkisi olmuştu ama doğru kişi hiç karşısına çıkmamıştı. Nasıl çıksın ki! Aklında olan şablon sadece tek bir kişiyi gösteriyordu.

    Bora birden elindeki çayı fark etti. Ne zaman çay demleyip içmeye başlamıştı? Hiç farkında değildi. Kendine gel artık, uzun bir yol bekliyor seni, diye söylendi. Oturduğu yerde kendini özüne yoğunlaştırdı. Şükrederek MLP yöntemi ile gereksiz hatta takıntılı düşüncelerini silmeye başladı. Dik ve derin nefes alırken gözlerini tek bir yatay doğrultu üzerine, soldan sağa - sağdan sola gezdiriyordu. Bu hareket bir nakarat gibi aklına takılan bu olumsuz düşünceleri silmeye yarıyordu. Beş on dakika sonra tekrar kendisine gelmiş, aklında ne gördüğü rüya, ne de yaşadığı ilişkilerdeki olumsuzluklar kalmıştı.

    Hüdâ-Verdi

    Bora, on sene önce kurduğu şirketi, içinde yaşadığı bu küçük tekneden idare eder olmuştu. Yaşam alanı ve aynı anda çalışma ofisi olan bu teknenin adı Hüdâ-Verdi, liman kaydı ise Bodrum idi.

    Hüdâ-Verdi isim olarak kullanılması sebebiyle günümüzde anlamı unutulmuş bir tamlamaydı. Bora için önemi Allah verdi anlamında olmasındaydı.

    Bora, hayatının değiştiği o gün, Elif’in gitmesinden sonra iskeleye gelmişti. Orada rastladığı, yaşlı ve sanki kendi geleceği gibi gözüken o dedenin sözlerinden sonra kendisini denize atmış. Hedefsizce yüzerken kendini sorgulamaya başlamıştı. Ben neyim? Neden varım? Gerçek nedir? Neye sabretmeliyim?. Tüm bu soruların cevabının aramıştı. Sonunda bir çeşit uyanış yaşamış. Yüzerken arınmış, gerçekleri görmüş. Kıyameti ruhen Kıyam yani uyanış olarak yaşamıştı.

    Bu uyanış ona bir taraftan büyük zorluklar ve mücadelelerin başlangıcı diğer taraftan yepyeni bir yaşam yolu getirmişti. Hayat yolu tümden değişmişti.

    Bu nedenle teknenin ismi çok önemliydi. Bora’nın o gün hiçbir şeyi yokken ve borç içinde boğulurken bu günkü durumlara gelmesini anlatıyordu Hüdâ-Verdi. Yokluk ve bir yığın maddi batağın içinde kalmışken, karanlıktan çıkmak ve bu durumlara gelmek, ancak Allah, bir insana kısmet ederse olur.

    Bora, tekneye bu ismi vermenin bir nevi kendince Allah’a şükretmek olduğunu düşünüyordu. Şundan emindi, biliniyordu ki Gerçeği açıklamak, bir şükürdür. En önemlisi ben yaptım değil, yaptıran Allah demek durumudur.

    Bora’nın emrinde çalışan, hemen hemen dünyanın her ülkesinden elemanları vardı. Genelde işlerini bilgisayar ve telefonla hallederdi. Teknolojinin her olanağını kullanırdı. Maddi kaynakları sınırsızdı.

    Bora’nın bu hali, artık ailesi olmuş elemanlarının da dikkatini çekerdi. Onlar buna pek anlam da veremezlerdi. Bora istediğini yapar. Bazen istediği kişilere ve kuruluşlara yardım eder. Hatta gider fakirleri tek tek tespit eder, onlara fark ettirmeden yardım ederdi. Bu eylemleri yaparken sadece Biz veren kepçe, kepçeyi tutana hamdolsun derdi.

    Hatta bir Türk geleneği olan Askıda ne var? uygulamasını neredeyse gittiği tüm ülkelere de götürmüştü. Ne olursa olsun Bora, hiçbir zaman insanlık ve doğruluktan çıkmamıştı.

    Yıllar geçtikçe İstanbul’a ve Türkiye’ye neredeyse hiç uğramaz oldu. Sadece iş için gelir, toplantılara katılır, döner giderdi. Tek bir yere, her sene ve her fırsatta uğrardı. O da Bodrum. Ablasına ve eniştesine giderdi. Onlar seneler önce Bodrum’a temelli yerleşmişlerdi.

    Bora’nın teknesi her ne kadar Petrow’un teknesi gibi ihtişamlı olmasa da ona yeterdi. Özel tasarım Trimaran. En önemlisi, teknik donanımı son düzey olan, geri dönüşümlü enerji ile petrol kullanmadan 80-100 deniz mili seyir gücüne sahip. Yaz - kış ve açık deniz 8 CE sınıfında bir tekne.

    En önemlisi, geniş toplantı ve çalışma odasına sahip olmasıydı. Zaten tekneyi de Petrow bünyesindeki tersanelerde dökmüşlerdi. Birçok özel tasarım ve ilavesi vardı. Tek başına, deniz korsanlarına direnecek güce sahipti. Neredeyse batmayacak şekilde tasarlanmıştı. Bora, fırtınalı zorlu hava şartlarından sonra ve her şeyin sahibi olan Allah’a onu denizinde taşıdığı ve ona yaşam ortamı verdiği için şükrederdi.

    Bora için yaşam alanı olan bu tekne beş mürettebat, iki mutfak personeli ile donanmıştı. Bora, iş için sefere çıkmayacakları ya da toplantı olmayan günlerde personele izin verir. Yanında Cingo ile tekneyi alır. Demir atacak bir yer bulur ve orada vaktini geçirirdi. İş toplantılarında ve çalışması gerektiğinde ise tekneden çalışırdı. Bu nedenle Cingo onun tek dostuydu. Bazen balık tutarlar, bazen yüzerlerdi.

    Bora’nın sevecen ve sakin yapısından dolayı, insanlara saygı duyması, üstüne bir de kararlı duruşu nedeniyle çalışanların hepsi Bora’yı çok severlerdi. Bora, Şimdi dediğinde o an, o emir uygulanır. Zaman verirse, o zamana uyulurdu. Zaten Bora birisine yetki verdiği zaman sorumlulukla birlikte verir. Sadece sonuç beklerdi. Kaçamaklar ve yalanlara tahammülü olmazdı. Ama kimsenin de kırılmasına fırsat vermeden, makul olarak neden dürüst olunması gerektiğini izah ederdi. Maaş ortalaması yüksekti. Çalışanları genelde bu açık görüş, açık kapı taktiği ve dürüstlük prensibini benimsemişlerdi. Prensiplere uymazlarsa da tutunamaz, giderlerdi.

    Bora’ya bozuk hava, fırtına, Ay şimdi sallanıyor, çok tehlikeli gibi düşünceler vız gelirdi. Hasta olsa deliksiz 12 – 14 saat uyur, ardından çivi gibi ayağa kalkardı. Her an Hazır Asker konumundaydı…

    Genel olarak sağlıklıydı, çünkü şükrederdi. Her zaman iyilik düşünürdü. Ve tam olarak teslimiyet inancındaydı. Çünkü şunu çok iyi biliyordu.

    Şayet başına bir şey gelecekse bu haktandır, kimse engelleyemez. Gelmeyecekse zaten onu da kimse başına getiremez.

    Bu düstur sebebiyle ne olursa olsun her zaman şükrederdi. Bazen sadaka konusunu ve bonkörlüğü çok abartırdı. Bora,

    kendi kazancından artan ihtiyacının fazlasını her zaman dağıtırdı. Asistanı buna anlam veremez. Nasıl yapıyor bunu? Herkese, her yere yardım ediyor, harcıyor ama kasa hep doluyor diye düşünürdü.

    Bora, üzerinde para taşımanın ve zengin olmanın utancı içinde yaşamamak için her fırsatı değerlendirir, üzerindeki yükü böyle atardı. Verdikçe gelir, kovalarsan kaçar, kaçarsan kovalanırsın. fikrinine inanırdı. Bu nedenle herkes onu severdi ve korurdu. Kendi çapında ünlü ve önemli bir kişi olmasına rağmen yanında tek bir koruma olmazdı. Hoş zaten ihtiyacı da yoktu korunmaya.

    Biz de ‘Çok Ünlü Kişi’ yani ‘ÇÜK’üz ama bizim boyumuz posumuz ne ki bizi korusunlar diye dalga geçerdi.

    Bir keresinde bir yankesici cüzdanını çalmıştı. Asistanı Bora bey, lütfen bari kalabalıkta koruma alın! diye hayıflanmıştı. Bora ona gülümseyerek 1 liran var mı? diye sormuş, kadının anlamsız bakışları altında, aldığı 1 lirayı yankesicinin peşinden atmış. 50 – 60 metre uzaklaşmış olan yankesici, kafasında patlayan 1 lira sebebiyle ne olduğunu anlayamadan sendeleyip yere düşmüştü. Asistan ve Bora adamın başına dikildiklerinde yankesici cüzdanı açmış, içinde para olmadığını görünce Bora’ya geri uzatmıştı. Bora da aynı cüzdanın içinden 100 dolar çıkartıp yan keseciye verdi. Buna epey şaşıran ve çok korkan yan kesici anlatılanlara göre bir daha oralarda görünmedi.

    Evet, Bora hiçbir zaman kendini koruma ihtiyacı hissetmedi çünkü başı belaya girer ise, onu korumak için canlarını ortaya atacak insanların, bu yaptıklarının sonucunda ortaya çıkacak sorumluk ve vicdan azabını üzerine almak istemezdi.

    Şayet kendisi için başkasını kurban ederse ve sadece dünya malı için bunu isterse bunun hesabını o gün geldiğinde nasıl öderdi?

    Bora koruma almamasının sebebi aslında bunun kul hakkına girdiğine inanmasıydı. Kul hakkı sadece insanın malını mülkünü gasp etmek değildir… İnsan hayatını ve hatta düşüncesini gasp etmek de kul hakkına girer. Aslında bana göre birini kırmak dahi kul hakkıdır. Tek hak sahibi olan ne diyordu kitapta, O gün geldiğinde veremeyeceğiniz hesaptan kendinizi koruyun!".

    Bora’nın en önemli temennisi hayatının seyrinin bu şekilde devam etmesiydi. Bunu takdiri ilahi olarak kabul etmişti. Bora için geçmiş geçmişte kalmış, gelecek henüz bilinmiyordu.

    Bir ara Cingo huzursuzlandı. Neyin var? Kahvaltımızı yaptık, suyumuzu içtik, çayımızı demledik. Daha ne istiyorsun Cingooo? diye söylendi Bora.

    Cingo, Bora’ya yine tek kulak havada Anlarsın ya! der gibi baktı. Tabii ya, unuttuk senin de bazı ihtiyaçların var. Tuvalete girmeye bir türlü alışamadın be Cingo dedi. Haydi git!

    Cingo emri alır almaz, tekrar suya atladığı gibi küçük adaya çıktı ve hacetini gidermek için yer arandı. Cingo işini teknede halletmeyi çok zor durumlar dışında istemezdi. Uzun süre açık denizde oldukları zamanlar hariç. Ama yine de her fırsatta karaya çıkardı.

    Ayrıca Cingo’nun insanları tanıma kabiliyeti de çok iyiydi. Teknede yapılan toplantılara gelen müşterilerin içinde kötü niyetliler varsa hemen sezinler, Bora’yı bir şekilde uyarırdı.

    Bora, hazır Cingo tekne dışında iken tıraş olmayı düşündü. Sonra kendi kendine güldü. Rüyadaki sakallı hali hoşuna gitmişti. Aynada üç günlük sakalına bakarken Belki, diye içinden geçirdi.

    Tıraş sabununu hazırlarken aynaya baktı. Kendisini seyretti. O an tekrar o baş ağrısı geldi. Zonk, zonk, zonk. Zorlukla lavaboya yaslandı. Aynaya baktı. Ve saniyelik film şeritleri gelip gitmeye başladı. Aynadaki yansımasında, bir sakallı Bora oluyordu bir de kendisi.

    Birden görüntü akışı durdu. Karşıdaki Bora evin içinde idi. Yansıma canlanmaya başladı ve sadece Sen kimsin? sesi duyuldu.

    Bora’da aynadakine Ya sen kimsin peki? dedi.

    Bir anda her şey tekrar eski haline döndü. Bora bu arada elini kesmişti. Ne olduğunu anlamaya çalışıyordu. Başını sağa sola salladı. Yüzünü yıkadı. Kendine geldi. Sanki hiçbir şey olmamışçasına tıraşını oldu. Neler olduğunu anlamaya çalışıyordu. Daha önce gördüklerinin bir rüya olduğunu sanmıştı. Şimdi neler olduğuna anlam veremiyordu. Haydi hayırlısı, dedi.

    Bora banyodaki işini

    Enjoying the preview?
    Page 1 of 1