Discover millions of ebooks, audiobooks, and so much more with a free trial

Only $11.99/month after trial. Cancel anytime.

Paramparça Aşkımız
Paramparça Aşkımız
Paramparça Aşkımız
Ebook522 pages5 hours

Paramparça Aşkımız

Rating: 0 out of 5 stars

()

Read preview

About this ebook

Karanlığın çökmesine az bir zaman kalmıştı. Bulutlu, nemli, ihanetle yüklü hava, yaklaşan karanlığı daha çok hissettiriyordu.
Evle birahane arasında ne tarafa gideceğine karar veremeyen Ahat, yol ayrımına gelince durdu. Kafayı dağıtmak için acaba birahaneye gidip iki bira içse miydi? Gün boyu olanlardan dolayı canı o kadar sıkkındı ki, yaşadığı kâbusları unutmak istiyordu. Bu kafayla eve gidip de ne yapacaktı? En iyisi içip, geçici bir süre için de olsa her şeyi unutmaya çalışmaktı. Böylece beyninin az da olsa dinlenebileceğini düşünüyordu.
Birahanenin olduğu yöne doğru yürürken birden sis çöktü. Sis o kadar yoğundu ki, neredeyse göz gözü görmüyordu. Sisin içinden türbanlı genç bir kadın çıktı… Olabilirdi, üzerinde hiç durmadı. Fakat ardından aynı görünümde bir kadın daha geçti. Ardından bir tane daha… Sonra iki oldular, sonra üç… Bu da neydi böyle? Neden bütün kadınlar türbana ya da kara çarşafa girmişti? Yoksa İran'a mı gelmişti? Nereye gitmişti diğer kadınlar? Hepsi kapanmış, hiç mi türban takmayan kadın kalmamıştı? Anneleriyle birlikte yürüyen çocuklar bile kapalıydı. Neler olduğuna bir türlü anlam veremiyordu. Çok sayıda türbanlı kadın olduğunu, ilkokula giden çocuklara bile türban giydirildiğini, kapananların sayısındaki artışı biliyordu. Az sonra başka bir türbanlı kadınla karşılaştı. 
Olanca dikkatiyle sisin içinde dolaşırken başı açık bir kadın görmeye çalıştı… Nerede olduğunu bilmeksizin bir o yana bir bu yana koşup durdu. Ne tarafa gitse ya türbanlı kadınlarla ya da terörist tipli, uzun sakallı, eli tespihli, başında takke, üzerinde uzun beyaz entari olan adamlarla karşılaşıyordu… Sanki yer gök bunlarla dolup taşmıştı. 
Bir ara yine rüyada olduğunu düşündü. Bir kez daha ruhunun daraldığını, terlemeye başladığını hissetti. Kravatlı bir adam, etekli bir kadın, ya da normal giyimli bir genç görmek umuduyla sisin içinde daha hızlı, daha karamsar duygularla bir aşağıya bir yukarıya koşmaya devam etti. Hiç bilmediği sokak aralarına gelmişti. Türbanlı kadınlar, uzun sakallı, entarili adamlardan başka kimseyle karşılaşamadı. Ruhundaki bunaltıyla bayılacağı endişesine kapıldı. Sisin ortasında boş bir bank olduğunu gördü. Bank ıslaktı ama oturacaktı. Düşmemek için oturmaya ihtiyacı vardı. O sırada İran'daki gibi siyah çarşaflı birkaç çocuk geçip gitti önünden. Çocukların bu yaşta kapatılmasına dayanamıyordu. Biraz dinlendikten sonra tekrar ayağa kalktı.

LanguageTürkçe
PublisherYusuf Solmaz
Release dateApr 24, 2024
ISBN9798224687541
Paramparça Aşkımız
Author

Yusuf Solmaz

Rehber öğretmen Yusuf Solmaz, Ankara Üniversitesi Eğitim Bilimleri Fakültesi, Eğitimde Psikolojik Hizmetler Bölümü mezunu. Okullarda psikolojik danışman olarak görev yaptı. Solmaz, 1963 yılında Türkiye'de doğdu. İlkokul ve liseyi Yozgat'ta tamamladı. Üniversite eğitimine 1983 yılında Ankara'da Eğitim Bilimleri Fakültesi'nde başladı. Fakültenin, önceki adı Eğitimde Psikolojik Hizmetler (EPH), şimdiki adı Psikolojik Danışman ve Rehberlik (PDR) olan bölümünden mezun oldu. Ülkenin değişik yerlerinde okul psikolojik danışmanı olarak görev yaptı. İlkokul, ortaokul, lise, anaokulu, rehberlik araştırma merkezi gibi kurumlarda, otuz yıla yakın okul psikoloğu olarak çalıştı. Askerliğini, öğretmensizlik nedeniyle açılamayan bir okulda, adı terörle anılan, çok sayıda öğretmenin ve sivilin terör kurbanı olduğu bir bölgede, asker öğretmen olarak yaptı. Küçük bir mezrada, birleştirilmiş bir sınıfta Türkçe bilmeyen öğrencilere, bir yıl kadar, okuma yazma eğitimi verdi. Bir grup arkadaşıyla, öğretmenlerin mesleki sorunlarını ele alan, demokratik ve laik eğitimi savunan bir derginin çıkarılmasında, basılmasında, dağıtılmasında, yaşatılmasında gönüllü olarak görev aldı. Yeni kurulan eğitim sendikasına kaydını yaptırdığında, öğretmenlerin sendikalara üye olması yasaktı. Darbeci generaller, eğitimcilerin, akademisyenlerin, memurların sendika üyesi olmasını istemiyordu. Yusuf Solmaz, buna benzer anti demokratik yasalara karşı çıktı. Meslek hayatı boyunca darba hukukunu değiştirmeyen, bu hukuk üzerinden ülke yöneten iktidarları protesto eden eylemlere katıldı. Kimi dergi ve gazetelerde yayımlanan yazılarından dolayı adı defalarca soruşturmalara konu oldu. Birçok kez düşüncelerinden, mesleki çalışmalarından ve sendikal faaliyetlerinden, katıldığı eylemlerden dolayı kurum amirleri tarafından disiplin cezası ile cezalandırıldı. İş hayatının önemli bir kısmı bu cezaları iptal ettirmeye çalışmakla geçti. Görev yaptığı okulların çoğunda yöneticilerin sistematik yıldırma girişimlerine maruz kaldı. Yüksek lisans yapmaya hak kazanınca tekrar Ankara'ya döndü. Mastır çalışmalarını, üniversitenin Güzel Sanatlar Eğitimi alanında sürdürdü. Farklı üniversitelerden sanat eğitimi, sanat eleştirisi, sanat psikolojisi, sanat tarihi, sanat ve yaratıcılık, sanat ve insan, sanat ve varoluş psikolojisi üzerine dersler aldı. Eşcinsel eğilimleri olduğu ileri sürülen ünlü yazar Sait Faik'in hayatını tez konusu olarak inceledi. Bu çalışma, tez danışmanının eşcinselik konusuna...

Related to Paramparça Aşkımız

Related ebooks

Related categories

Reviews for Paramparça Aşkımız

Rating: 0 out of 5 stars
0 ratings

0 ratings0 reviews

What did you think?

Tap to rate

Review must be at least 10 words

    Book preview

    Paramparça Aşkımız - Yusuf Solmaz

    Bu kitaptaki olayların gerçeklerle herhangi bir ilgisi bulunmamaktadır. Anlatılanlar tamamen kurgu olup düşünceler, söz ve ifadeler kurgulanmış karakterlere aittir.

    *

    Kapak Resmi: Microsoft Bing Resim Oluşturucu

    Birinci Yayın yılı: Nisan 2024/ İzmir

    Aşk örgütlenmektir bir düşünün abiler...

    Ece Ayhan

    Birinci Bölüm

    Birinci Görüşme

    Saat öğleden sonra üçtü. Erkek öğrenci yurdunun manevi danışmanlık servisinde görüşme yapılıyordu. Bir masayla birkaç sandalyenin olduğu oda, küçük pencereden vuran ışık yeterli olmadığından lambayla aydınlatılmıştı. Masa başında görüşmeyi yapan yurt görevlisi, psikolojik danışman olup, daha fazla işsizlik acısı çekmemek için manevi danışmanlık görevini kabul etmek zorunda kalan Nurettin Uçar’dı. Nurettin Uçar, bir okulda rehber öğretmen olabilse ya da kendi olanaklarıyla psikolojik danışma bürosu açıp masraflarını karşılayabilecek kadar müşteri bulabileceğinden emin olsaydı, kesinlikle dinci partinin iktidarda kalma, emperyalizmin sınırsız sömürü planlarına hizmet eden, manevi danışmanlık adı altındaki, amacı içeriğinden çok farklı böyle bir işi kabul edecek biri değildi. Uçar, derin işsizliğin yaşandığı ülke koşullarında, uzun süre işsiz kaldıktan sonra bulduğu bu sözleşmeli işi, kimseye muhtaç olmadan yaşayabilmek için yapmak zorunda kalmıştı. İnandığı değerlere ters davrandığı, bir lokma ekmek için Cumhuriyet karşıtlarının safında bulunduğu için aynı zamanda utanç içindeydi. Özgürlüğünü satmaktan başka olanağı olmadığından kendini namerde muhtaç hissediyordu.

    Cemaate ait bu öğrenci yurdunda, yine de kendince işe yarar, değerlerine ters düşmeyen bir şeyler yapmaya çalışıyordu. Ekonomik durumu yeterli olmayan, ucuz olduğu için Cemaat yurtlarına yönelen üniversite öğrencilerine manevi danışmanlık görevi, en azından Uçar’a göre, insanın hayat karşısındaki durumuyla, duygularla ilgili olduğundan diplomasına uygun sayılırdı.

    Uçar da şunu çok iyi biliyordu: Manevi danışmanlık, toplumu daha koyu Müslüman, daha katı dindar yapmak amacıyla bulunmuş yeni bir hizmet alanıydı. On beş yıl kadar önce hiç olmayan bu mesleğin elemanları, emperyalistlerin hizmetindeki iktidar partisi tarafından eğitim sistemine, oradan da sözde sosyal devlet anlayışına dahil edilmişti. Dünya yapay zekâ teknolojilerine uygun yeni meslek alanlarıyla yeniden yapılanırken, ülkeyi yönetenler, yüz yıl önce terk edilmiş olan aşiret kültürüne özgü dinci değerlere dönüş yapmanın çabası içine girmişlerdi. Bu da 2024 yılı itibarıyla üzerinde düşünülmesi gereken ilginç konular arasındaydı.  İktidar partisinin çok önem verdiği bu yeni meslek alanı, çok koyu, kendinden olmayanı düşman ilan eden bu dincilik, demokratik değerleri tümden dinamitleyecek bağnaz bir anlayışı kucağında besleyip büyütüyordu.

    Psikoloji mezunu olan Nurettin Uçar, manevi danışmanlığın hangi amaçlar için devreye sokulduğunu biliyor, ama görevini yaparken kendisinden beklendiği gibi dini konulara fazla girmiyor, görevini, dinci hükümetin henüz yürürlükten kaldıramadığı laiklikle ilgili yasalara uygun olarak yapmaya çalışıyordu. Kimsenin inancını sorgulamadan, karşılaştığı dini anlayışlara karşı, hükümetin anlayışına uygun İslam'ı, dini değerleri savunmadan, hizmet almaya gelen bütün öğrencilere, hükümet engeline takıldığı için yürürlükte olmayan ‘psikolog meslek yasasına’ aykırı olmayacak şekilde yardımcı olmanın gayreti içindeydi. Ruhsal sorunları olan öğrencilere, imam gibi dini telkinlerde bulunmak yerine, yönetenlerin zerrece değer vermediği diplomasından aldığı yetkiyle, psikolojik danışmanlık hizmeti veriyordu.

    Aylardan şubattı. Kalorifer petekleri yanmadığından, küçük pencereleri kuzeydeki apartman aralığına bakan çalışma odası soğuktu, yoksul öğrencilere hizmet veren yurdun diğer odaları gibi, burası da yeterince ısınmıyordu. 

    Soğuk odada, Nurettin Uçar gibi, danışmaya gelen Taner adındaki öğrenci de üzerindeki kışlıkla oturuyordu. Masanın başındaki sandalyede oturan Nurettin Uçar, siyah kalın bir palto giymişti. Yirmili yaşlarda görünen uzun saçlı öğrencinin üzerindeyse mavi bir mont vardı. Fazla üşümediklerinden olacak, karşılıklı konuşmaya devam ediyorlardı.

    Danışmanın,

    – Annen baban hayatta mı? diye sorması üzerine Taner,

    – Hayatta, dedikten sonra, konuyu hızlıca değiştirip: Bugün ne yapacağımı bilemedim, dedi.

    Bir önceki sorusuna üstün körü cevap verilmesine şaşıran Danışman, konuşmanın akışını bozmamak için,

    –Bazen öyle olur. Her zaman ne yapacağımızı bilemeyiz, dedi.

    Danışmanın anlayışlı tutumundan cesaret alan, anne baba konusuna dönülmemesinden memnun görünen Taner,

    –Sanrılarım üzerine konuşabileceğimizi düşündüm, dedi.

    –Sanrı mı?

    –Evet hocam... Buraya gelme nedenim bu. Bende sanrı rahatsızlığı var.

    Söyleneni daha iyi anlamaya çalışan Danışman merakla,

    –Ne tür sanrı? diye sordu.

    –Sanrı işte... Rüya gibi bir şey yaşıyorum. Uyumadan, gözlerim açıkken rüya görüyorum. Rüyada özellikle gündüz saatlerinde her yere sis çöküyor. Daha doğrusu ben böyle olduğunu sanıyorum. Aslında sis diye bir şey yok. Benden başka kimse bu sisi fark etmiyor.

    Meslek hayatı boyunca ilk defa böyle bir olayla karşılaşan Danışman, bir süre ne diyeceğini bilemedi. Daha iyi düşünebilmek için zaman kazanmak, akla, bilime uygun olmayan sorular sormamak için temkinli hareket ediyordu. Duydukları karşısında, manevi danışmandan çok psikolog olarak nasıl hareket edeceğini bilemeyen Nurettin Uçar, psikolog olmak için çok yetersiz bulduğu dört yıllık üniversite eğitimiyle yetinmemiş, mesleki anlamda kendini geliştirmek için bugüne kadar çok sayıda kitap okumuştu. Hepsi birbirinden yeteneksiz, çoğu dinci, tarikatçı asistanlardan, bilimsel tek bir makalesi bile olmayan profesör ünvanlı akademisyenlerden psikoloji dersleri almıştı. Şimdi bütün öğrendiklerini duydukları karşısında yetersiz buluyordu.

    Yapay zekalarla dünyayı yeniden şekillendiren emperyalistlerin emrindeki hükümetin yardımıyla, üniversitede okuduğu yıllar içinde, Cumhuriyet düşmanı, demokrasiyi ‘yerli ve milli rejim’ olarak görmeyen dinci akademisyenlerin sayısında büyük artış olmuştu. Akademik unvanların torpille verildiği artık herkes tarafından bilinen bir gerçekti. Nurettin Uçar bunu biliyor, elindeki diplomanın psikolog olmaya yeterli olmadığını, iyi eğitim alamadığını, öğrenmesi gereken daha çok şey olduğunu düşünüyordu. Bu yüzden sürekli kendini mesleki anlamda geliştirme ihtiyacı içerisindeydi.

    Sayıları giderek azalan Cumhuriyetçi gazetelerin hepsinde, çağın gerisine düşen üniversitelerin yetersizliği konusu sıkça ele alınıyor, ama iktidar partisi, yargı sopasını elinde tuttuğundan eleştirilere aldırmıyordu. Hükümete ilişkin suçlamalar kesinlikle kabul edilmiyor, eleştiriler terörist faaliyet olarak ela alınıp, parti militanı savcılar aracılığıyla şiddetle bastırılıyordu. Siyasal iktidar, Cumhuriyete, laik ve bilimsel eğitime karşı suç işleyenleri değil, kendine koşulsuz boyun eğmeyenleri halka suçlu, vatan haini olarak tanıtıyor, böylece toplumun tamamına gözdağı veriyordu.

    Rektörlerin, dekanların, akademik unvanların belirlenmesinde dini grupların etkin rol oynaması, ifade özgürlüğüne, laik devlet anlayışına, bilimsel düşünebilen kafaların yetişmesine, bütün meslek alanlarına zarar veriyordu. Kuşkusuz bu durum, üniversite eğitiminin olmazları arasında yer alan bilimsel bağımsızlık, özerklik, düşünceye özgürlük gibi anlayışlarla bağdaşmıyordu. Torpilin, liyakat yerine kişisel ilişkilerin öne çıkması, bilimsel çalışma yapmak isteyen akademisyenler için adil olmayan bir ortam oluşturuyordu.

    Akademik unvanların objektif kriterler yerine torpile dayanması, öğrenciler arasında da önemli tartışma konusuydu. Torpilin A’dan Z’ye bütün eğitim kurumlarında yaygınlaşması, nitelikli akademisyenlerin görev almasını, nitelikli diplomaların verilmesini, iyi öğrenci yetiştirilmesini engelliyordu. Yaşanan olaylar, eğitim sisteminin güvenilirliğini zedelerken toplumu içten içe çürütüyordu. Ne var ki bütün medyayı elinde bulunduran dinci kadrolar bu çürümeyi halka ‘gelişme’, ‘medeni ülkeler seviyesine ulaşma’ olarak gösterebiliyordu. Üniversiteler, bilimsel araştırma ve öğretim faaliyetlerinde bulunmaktan çok, gerçekleri gizleme, çarpıtma görevini yerine getiriyordu. İdeolojik dinci kadroların üniversiteler üzerindeki etkisi, bilimsel ve eleştirel düşüncenin suç olarak mahkeme önüne çıkarılması, genç nesillerin geleceğe olan güvenini yerle bir ediyordu.

    Ana okulundan başlayarak bütün eğitim kadrolarındaki öğretmenler, laiklik ilkesine bağlı kaldığında, Atatürk'ten, demokrasinin vazgeçilemezliğinden, şeriatın çağ dışılığından, ülkeyi yönetenlerin yanlışlarından söz ettiklerinde suçlanıyorlar, işten çıkarılıyorlardı. Ülkenin emperyalizmin ihtiyaçları doğrultusunda nasıl sömürüldüğünü çok iyi bilen bu insanlar, ailelerinin geleceği adına susuyor, gelecek kaygısı yüzünden mankafalar gibi, üç maymunu oynamak zorunda kalıyorlardı.

    Laik Cumhuriyet, emperyalistlerin arzu ettiği şekilde din devletine doğru evrilirken eğitim, sağlık, sanat, ticaret, turizm... kısaca yaşamın hemen her alanında fırsat eşitliğine son veriliyor, yiğitlerin, kahramanların hakkını yiğit olmayanlar, hainler alıyordu. Üniversiteler, unvanlar, diplomalar, kafir malıymış gibi, ganimet yerine konan Cumhuriyetin birikimlerini, mesleklerin olanaklarını paylaşma aracı haline getirilmişti.

    Ne kadar aldığı eğitimin kalitesiz olduğunu düşünse de Nurettin Uçar, elbette Taner’in sözünü ettiği sanrı konusunu biliyordu. Bir insanın sanrılı olması için uyuşturucu, alkol gibi bağımlılık yapan maddeler kullanması, ağır stres, işkence altında kalması, anlam kaybı yaşayıp bunalması, kederden uyku uyuyamaması gibi nedenlerin de bulunması gerekiyordu. Acaba Taner’de bunlardan hangisi mevcuttu?

    Tipine bakılırsa, uyuşturucu kullandığı söylenemezdi. Uyuşturucular beyin kimyasını değiştirdiğinden gerçeklik algısını bozabilirdi. Ağır stres de zihindeki dengeyi çorba gibi karıştırıp, sanrıların ortaya çıkmasına yol açabilirdi. İşkence altında kalmak da travmatik bir deneyim olup kişinin zihninde çeşitli bozulmalara, eğip büküp değiştirmelere sebep olabilirdi. Anlam kaybı yaşamak ve bunalma hissi de insanın zihinsel sağlığını etkileyerek sanrılara yol açabiliyordu. Kederden dolayı uyku uyuyamamak da insanın ruhsal dengesini bozuyor, sanrılı durumları artırıyordu.

    Sanrılar tek bir nedenle değil, genellikle bir dizi faktörün birleşimiyle ilişkiliydi. Uyuşturucuya bağlı nedenlerle gerçeklik algısının bozulması, kişinin çevresiyle olan ilişkisini etkilerken gerçeklikten kopmaya, iletişim sorunlarının artmasına neden olabilirdi. Ağır stres, travmatik deneyimler ve işkence gibi durumlar da zihinsel dengeyi altüst edebilir, yanılsamaların ortaya çıkmasına aracılık edebilirdi. Özellikle uzun süren travmatik deneyimler, kişinin zihninde derin izler bırakabilir, gerçeklik algısını ters yüz edebilirdi. Bu durumda, kişiler gerçeklik ile hayal arasında net bir ayrım yapamıyordu.

    Anlam kaybı ve bunalma da insanın zihinsel sağlığını etkileyen önemli faktörler arasındaydı. Yaşanmış kötü deneyimler anlamsızlık duygusunu artırabiliyordu. Olumsuz duygular, kişinin gerçeklik algısını sarsabilir, hatalı bakış açılarının ortaya çıkmasına neden olabilirdi. Kaynağı belirsiz keder gibi duygular da olmayan olayları olmuş gibi görme durumlarına yol açabilirdi. Yoğun keder duyguları, kişinin ruh halini etkileyerek uyku düzenini bozabilir, zihinsel dengeyi olumsuz yönde etkileyebilirdi.

    Bütün bunları bir çırpıda aklından geçiren Danışman, konuyu daha iyi anlayabilmek için,

    –Dindar birimisindir? diye sordu.

    –Değilim.

    –İçkiyle aran nasıl?

    –İçki çok pahalı hocam, içmeye param yok...

    –Sadece parası olanlar içmiyor biliyorsun?

    –Evet biliyorum... Ama benimki parasızlıktan... Param olsa bütün içkileri tatmak isterdim.

    –Bugüne kadar hiç içmedin mi?

    –Bira, şarap, rakı... Votkanın tadına da baktım. Ama hiç viski içmedim.

    Konuyu toparlamaya çalışan Danışman, karşısındakinin içki içmediğini, uyuşturucu kullanmadığını anladıktan sonra, Taner bir kez daha,

    –Dindar değilim, deli gibi içki içmiyorum, uyuşturucu da kullanmıyorum, dedi.

    Manevi danışman ya da psikolog olup ağır vakalarla çalışmayı doğru bulmayan, böylelerini derhal hastanenin psikiyatri bölümüne havale etmek gerektiğini, psikolog desteğinin önemli, ama ağır vakalarda yetersiz bir destek olduğunu düşünen Nurettin Uçar, mesleki anlamda ciddi bir sorunla karşı karşıya kalmamak için,

    –Bana gelmeniz yanlış değil, ama durumunuz ilaç tedavisi gerektiriyor olabilir. Bu da psikiyatristlerin işi, dedi.

    Psikiyatriste gittiğini, stres, kaygı gibi durumlarda kullanılan ilaçlardan birini kullandığını anlatan Taner,

    –Uzun zamandır ilaç kullanıyorum ama iyileşemedim, dedi. Hatta üç beş ayda bir olurken, sanki daha sık sanrılamaya başladım.

    Bu açıklama üzerine Danışman,

    –İlk sanrıyı ne zaman yaşadığını hatırlıyor musun? diye sordu.

    Uzun dalgalı saçları, kahverengi bakışları olan genç, hükümet karşıtı eylemlerin birinde göz altına alındığını, aslında eyleme katılmadığını, yanlışlıkla tutuklandığını, iki gün nezarethanede tutulduğunu, ana avrat ağır hakarete uğradığını, ters kelepçeyle saatlerce ayakta bekletildiğini, yerde tekmelendiğini, hücreye atıldığını, ıslak betonda uzun süre baygın kaldığını, işkenceye maruz kaldığını, külotuna kadar soyundurulup çıplak arandığını, suçsuz olduğu anlaşıldıktan sonra salıverildiğini, o gün evde hiç uyuyamadığını, uykusuzluk sorunu yaşamaya başladığını, okula giderken bir sabah sisle karşılaştığını, sisin saatlerce dağılmadığını, o gün bu sisi normal bulduğunu, birkaç gün sonra gerçeği fark ettiğini anlattıktan sonra,

    –O günden beri çok korkuyorum, dedi.

    Anlatılanları dikkatle dinleyen Danışman,

    –Neden korkuyorsun? Suçsuz olduğun anlaşılmış, serbest bırakılmışsın, dedi.

    –Yeniden göz altına alınmaktan, işkenceye maruz kalmaktan korkuyorum. Aynı şeylerin tekrar yaşanmayacağının garantisi yok. Başka korkular da var içimde.

    –Nasıl korkular?

    Kendini ifade etmekte güçlük çeken Taner,

    –Ne bileyim hocam... Gözaltına alındıktan sonra kaybedilenler oluyor...  

    –Öldürülmekten mi korkuyorsun?

    –Yanlışlıkla da öldürebilirler insanı... Başkasının suçunu üslenmene de neden olabilirler... Buna benzer daha pek çok korku var bende...  Birden her şey ters yüz olabilir. Daha önce oldu...

    –Mesela?

    –İçimde çok derin, nedenini bilmediğim suçluluk duygusuyla yaşıyorum hocam. Nedenini gerçekten bilmiyorum. Çok eminim: Suçluyum... bir suçum var... Devletin güvenilmezliği, vahşeti, acımasızlığı bir tarafa... kaynağını bilmediğim suçtan dolayı da acı çekiyorum. Üstesinden gelemediğim bu duygu iyi hissetmeme engel oluyor.

    Kafka’nın suçluluk üzerine yazdıklarını hatırlayan Danışman,

    –Kafka’nın romanları hakkında ne düşünüyorsun? diye sordu.

    Soruyu şaşkınlıkla karşılayan Taner,

    –Kafka’yı biliyorum... İsmini duydum, ama kitaplarını okumadım, dedi.

    Danışman, Kafka’yı tanımasını, yazdıklarını dikkatle okumasını önerdikten sonra,

    –Sisle karşılaştığın ilk gün başka neler oldu, hatırlıyor musun? diye sordu.

    –Dediğim gibi hocam; sisle birlikte gerçeklik algım bozuldu... Çevremi tanıyordum ama olaylar, gördüklerim gerçek değildi.

    –Gerçek değildi derken?

    –Durun hocam, baştan şöyle anlatayım: O gün fakülteye giden yolda yürüyordum. Her tarafta polisler vardı. Çevrede sivil kalmamış herkes polise dönüşmüştü. Kadınlar, gençler, çocuklar bile polis giysileri içindeydi. O an yaşadığım şaşkınlığı tarif etmem çok zor. Sonra nasıl olduğunu bilmiyorum... Her tarafa birden sis çöktü. Üç beş metre ötedeki çevremi göremiyordum. Eli silahlı, coplu, kafası kasklı, kimi biber gazı maskeli, kimi kalkanlı, kimi atlı, çoğu yaya polisler vardı. Çocuklar da anne babaları gibi polis giysileri içindeydi. İlkokul öğrencileri oyuncak tabancalarıyla oynuyordu. Yer gök polisle dolmuştu. Asık yüzlü polisler, çocuklar, kadınlar, at hırsızı gibi adamlar sisin içinde görünüp kayboluyorlardı.

    –Rüya değildi yani, bunu mu söylemek istiyorsun?

    –Kesinlikle rüya değildi hocam... Rüyaysa bile ayakta görüyordum bu rüyayı. Ama korkmuyordum; yani ilk defa ilginç bir şekilde rahatlamıştım... Biraz tedirginlik kalmıştı, yani tam olarak korku değildi hissettiğim, mutluluk da vardı içimde... Ben herkesi görüyordum, ama kimse beni görmüyordu. Bu da iyi hissetmeme neden oluyordu. Görmek istemediklerimi kapattığından sisten memnundum bile... Kalabalık caddelerde kim var kim yoksa görünmüyordu artık. Bazen bir metre ilerisini dahi zor görüyordum. Bu şekilde durağa gittim. Durakta polis yoktu, sivil görünümlü öğrenciler vardı. Sis otobüsün içine kadar her yeri sarmıştı. Ama mutluydum. Sis beni görünmez yapıyordu. Yanımdaki yolculardan birine, çok sis olduğunu söyledim, adam ne dediğimi anlamadan yüzüme baktı. Önce sandım ki herkes benim gibi sisin farkında. Gerçeğin sandığım gibi olmadığını anladığım da ne yapacağımı bilemedim. Ne zaman sisten söz edecek olsam hiç beklemediğim tepkiler alıyordum.  Birkaç kez sisi anlattığımda deli sanıldım. Aynı şeyi yaşamamak için susmaya karar verdim. Bir süre sonra suskunluğum arttı, kimseyle konuşmak istemedim. Aylar sonra çevremi algılama biçimimde düzelme olmadığı için doktora gitmeye karar verdim. Bunun için elbette hastanenin psikiyatri bölümüne gitmem gerekiyordu. Bir taraftan da araştırma yapıyordum...

    Konuşmanın bu yerinde derin bir sessizlik oldu. Bunun üzerine Danışman,

    – Nasıl bir araştırma? diye sordu.

    –Böyle bir sorunu dünyada yalnızca ben yaşıyor olamazdım. Benim gibi olanları bulmaya çalıştım. Bu kadar önemli bir rahatsızlık ilk defa bende deneniyor olamazdı. Önce internete baş vurdum. Aradım taradım ama işe yarar bir bilgiye ulaşamadım. Bunun üzerine yapay zekâ sayfasını açıp, durumum hakkında ne yapabileceğimi sordum. Psikolojik rahatsızlığı bana benzeyen var mı diye merak ediyordum. Sanrılar hakkında bilgi veriliyordu ama benim gibi olan kimse yoktu. Bir ara bunun salgın olabileceğini düşündüm. Keşke virüs nedeniyle herkese bulaşan bir salgın yaşanıyor olsaydı. Böylece tek olmadığımı görmek istiyordum, ama hayır, tektim. Bütün sosyal medyaları aradım, taradım bulamadım; yaşadığıma benzer bir şeyden söz eden kimse olmadığını fark ettim.

    Karşısındakinin görünümünden, hal ve hareketlerinden zekâ ile ilgili bir problemin olup olmadığını anlamaya çalışan Danışman,

    –Şu an çevremizde sis var mı? diye sordu.

    Daha anlaşılır hale getirebilmek için yaşadığı olayı Dostoyevski’nin sarasına benzeten Taner,

    –Hayır, öyle değil hocam... her zaman sis olmuyor, dedi.

    Söyleneni daha iyi anlamaya çalışan Danışman,

    –Sis olsaydı, sisin içinde mi oturuyor olurduk? diye sordu.

    –Evet, dedi Taner. Ama her zaman sis olmuyor. Ne zaman olacağını tam olarak bilemiyorum. Çok üzüntülü olduğum anlarda her yere sis çöküyor, ama her zaman değil...

    Anlatılanları dikkatle dinlemeyi sürdüren Danışman,

    –Bunun için doktora gittin mi? diye sordu.

    Taner, gittiğini söyledikten sonra şöyle devam etti:

    –Bir süre ilaç kullandım, faydasını görmeyince bıraktım.

    –İlacı bıraktığını doktora söyledin mi?

    Gülümseyerek karşısındakine bakan Taner,

    –Hayır, ilaçsız yaşamaya kendim karar verdim. Doktora kalsa kim bilir kaç kutu ilaç bitirmem gerekecekti. Sizi bilmem ama doktorlara da güven kalmadı bende.

    Konuyu biraz daha ele almak isteyen Danışman:

    –Neden? diye sordu.

    –Doktorlar hasta görmekten bıkmış halde. Bir Doktor Allah'ın her günü bin hastaya bakabilir mi hocam? O kadar çok hasta, o kadar az doktor var ki. Muayeneler saniyeler içinde üstün körü yapılıyor. Ayrıca doktorlarımız iyi yetişmiyor. Son yirmi yılda kaç kez üniversite sınav soruları çalındı. Hak etmeyen tarikatçı gençler tıp fakültelerine öğrenci yapıldı. Üstün körü eğitimlerle, sınavlarla yandaş ailelerin üniversiteye giden gençlerine tıp diplomaları dağıtıldı. Öğrencilere müşteri gözüyle bakan, paralı müşterilerini dersle, sınavla, ödevle yorup incitmek istemeyen özel üniversiteler, parasıyla değil mi deyip, önüne gelene tıp diploması dağıtıyor. Bunların arasında psikiyatristler de bulunuyor. Bunlardan biri geçenlerde tutuklandı. Suçu, sıkıntıları olan öğrencilere, özellikle varlıklı kesimden geliyorlarsa çoklu kişilik bozukluğu tanısı koymaktı. Bu tanıyla gözüne kestirdiği babaları, kızlarını istismar etmekle suçluyordu. Böylece insanları haraca bağlıyor, itibarlarını yerle bir edeceğini söyleyerek onlardan yüklü miktarda para koparıyordu... hatırlıyorsunuz değil mi? On bir şehri yıkan 6 Şubat depreminin ardından bu olay girdi gündemimize. Olaylar o kadar hızlı değişiyor ki hocam, yoksa siz bu olayı duymadınız mı?

    Danışman, isteksiz bir ses tonuyla duyduğunu söyledikten sonra,

    –Her ülkede olur böyle şeyler, dedi.

    Cümleyi acı bir tebessümle karşılayan Taner,

    –Her ülkede bilim dışı işler olur... doğru söylüyorsunuz hocam, dedi. Bunlara takılmamak lazım, haklısınız... Batıda; Hristiyan toplumunda ortaya çıktığı için psikolojinin gereğine inanmayan öğrenciler bu alanda bilimci olarak maaş almaya başladı... Bu da dünyanın her ülkesinde olabilir, öyle mi hocam?

    Alaycı bir ses tonuyla konunun bu şekilde ele alınmasından rahatsız olan Danışman:

    –Durumun bu kadar kötü olduğunu sanmıyorum, dedikten sonra: Biraz abartmıyor musun? diye sordu.

    Danışmanın yüzündeki kaygıyı gören Taner,

    –Özel ya da resmi üniversitelerde neler olduğundan haberiniz yok herhalde?

    Konunun uzamasından rahatsız olduğunu belli etmeden sözü değiştirmek isteyen Danışman,

    –Sisten söz ediyorduk... En son ne zaman bu sanrıyı yaşadın? diye sordu.

    Sözü uzatmak istemeyen Taner,

    –Üç gün önce, diyerek anlatmaya başladı. Evden çıkmış, otobüs durağına doğru yürüyordum. Çok fazla bina, beton, trafik uğultusu, inşaat gürültüsü vardı çevrede. Birden sis başladı. Önce hafiften buğulanarak gelen sis giderek koyulaştı, göz gözü görmez oldu. Sisin içindeki öfkeli polisler, ellerindeki coplarla, TOMA adı verilen araçlarla göstericileri kovalıyordu. Görüntüler sisten çıkıyor, birkaç adım sonra sise karışıp kayboluyordu. Uzaklardan polis şiddetine maruz kalanların çığlık sesleri geliyordu. Havada barutu, acı bademi hatırlatan kokular vardı. Altın arama çalışmalarında kullanılan, siyanür olduğunu düşündüğüm bu kokudan başka, Avrupa ülkelerinden ülkemize getirilen kimyasal silahlarla dolu çöplüklerin, adını bilmediğim zararlı gaz kokuları genzimi yakıyordu. Sığınmak için güvenli yer arayanlara biber gazı atılıyordu. Gazı sıkanların maskeli polisler olduğunu, kaçanlara silahla ateş edildiğini, kan gölünün içinde yatanların can çekiştiğini sise rağmen görebiliyordum. Ama onlar beni göremiyor, hayal gibi yanımdan geçip gidiyorlardı. Herkes kaçıyor, gözlerini ovarak ağlıyor, saklanacak yer ararken, genç yaşlı yüzlerini seçemediğim fakat emekçi olduklarından emin olduğum insanlar siste kayboluyorlardı. İmdat çığlıklarına cevap alınamıyordu... Daha ilgincini söyleyeyim mi hocam?

    Soruyu beklemeyen Danışman,

    –Söyle, dedi, yüzünde şaşkın bir ifade vardı.

    Sözlerine inanılmayacağı endişesi içindeki Taner,

    –Bir de siste dolaşan, bir görünüp kaybolan devlet başkanlarıyla karşılaşıyorum hocam, dedi.

    –Hangi devlet başkanları?

    –Dünyayı yöneten devlet başkanları...

    –Putin, Biden, Macron gibi mi?

    –Evet hocam, onlar gibi... Sisin içinde bir görünüp kayboluyorlar. Bizim yöneticilerimiz de yanlarında oluyor.

    –Hangi yöneticiler?

    –İsimlerini söylemeyim isterseniz.

    Danışman istemeden,

    –Neden? diye sordu. Soru birden ağzından çıkmıştı.

    –Neden olacak hocam... çok zor günlerden geçiyoruz... Herkes dinleniyor, kimin ne dediği sürekli kayıt altına alınıyor.

    –Daha neler, yok öyle bir şey...

    Şaşkın bakışlarıyla Taner,

    –Yok mu?

    –Yok tabi... Herkesin dinlenmesi her şeyden önce teknik olarak mümkün değil.

    –Dikkatinizi çekerim hocam... farkındaysanız internet çağında yaşıyoruz... Günümüz de atılan her adım, internete düşen, düşmeyen her kelime kolaylıkla takip edilebiliyor.  Yoksa siz dinlenmekten korkmuyor musunuz hocam?

    Soruya cevap vermek istemeyen Danışman,

    –Neyse... Sözün yarım kalmasın. Devlet başkanlarından söz ediyordun... Devam edin lütfen...

    Kısa bir süre sessiz kalan Taner,

    –Ülkemizin siyasetçi kılıklı, kara sakallı tarikatçı yöneticilerinden, sömürdüğü her şey için büyük destek alan Putin’le karşılaşıyorum. Abdulhamit, Vahdettin gibi padişahları da Avrupalı liderlerin yanında görüyorum. Sisin içine, sadece sesini duyabildiğim uçaklardan Mustafa Kemal’in ölümünü isteyen, altında padişahın imzası olan bildiriler atılıyor.  Bazen de batmakta olan dünyamızın geleceğini, bir avuç şirketin çıkarı uğruna yok eden Çin, Japonya gibi ülkelerin devlet başkanlarından başka, Trump, Biden gibi liderleri görüyorum.  İngiltere, Fransa, Almanya gibi ülkelerin liderleri Türk kimlikli polislere talimat veriyor. Talimat üzerine polisler, pankartla eylem yapan halka saldırıyor.

    –Pankartlarda ne yazıyor?

    – Pankartlarda, Firavun'a karşı omuz omuza, Enkaz var, devlet yok, Her yer Taksim, her yer direniş, Tarikat geldi, laik Cumhuriyet yıkıldı, emperyalizm devlet oldu, Can Atalay'a özgürlük, Cumartesi anneleri yalnız değildir?, Türkiye laiktir laik kalacak türünden yazılar olduğunu görüyorum.

    Bunları dedikten sonra farklı bir sıkıntının içine düşen Taner, konuyu değiştirmek için,

    –Keşke başka bir ülkeye gidebilsem hocam, dedi.

    –Hangi ülkeye mesela?

    –Amerika olabilir...

    –Emperyalist değil mi Amerika?

    –Avrupa, Amerika, Rusya emperyalist olabilirler de hocam, bizdeki kadar haksızlık, hukuksuzluk dünyanın hiçbir ülkesinde, özellikle de emperyalist ülkelerin hiçbirinde yok.

    –Eleştirdiğin ülkelere şimdi de övgü mü bu?

    –Övgü olsun diye söylemiyorum. Mesela İngiltere, Fransa da emperyalist... Ama hangi ülke söz konusu olursa olsun halklar emperyalist değil. Eleştirim devletlere...

    –Osmanlıdan bugüne sömürü nedir bilmeyen ülkemizin nesi var?

    –Dedim ya hocam, adalet yok... Bin yıl da geçse olmayacak. Emperyalistlerin arka bahçesi olduğumuzu, sınırsız sömürüye maruz kaldığımızı kabul etmeliyiz artık... İkide bir Osmanlı’nın emperyalist olmadığı söyleniyor. Keşke padişahlarımız emperyalizmi erkenden öğrenseydi de Türk milleti bugün bu kadar vahşice sömürülmeseydi. Haksız mıyım hocam?

    Bunları söylerken birden aklına gelmiş gibi,

    –Pardon, deminden beri diyeceğim unutuyorum... siz manevi danışmandınız, hoca değilsiniz... Dil alışkanlığı olmuş, kusura bakmayın, dedi Taner.

    –Önemli değil, hocam da diyebilirsin, dedi Danışman.

    –İyi olur, dedi Taner.  Hoca sözcüğüne öyle alışmışım ki, ister istemez dilim kayıyor...

    Danışman gülerek,

    –En yaygın kullanılan hitap şekillerinden biri ‘hocam’dır, dedi.

    –Manevi danışman olduğunuza göre siz de hocalığa yakın sayılırsınız.

    –İmam anlamında kullanıyorsan yakın sayılmam...

    Danışman,

    –Üniversitenin psikoloji bölümünden mezun oldum, deyince Taner şaşkınlıkla,

    –Manevi danışman olacağınıza Psikolog olabilirdiniz... neden olmadınız? diye sordu.

    İlginin üzerine çevrilmesinden rahatsız olan Danışman,

    –Konumuz bu değil? Senin anlatman, benim dinlemem gerekiyor, dedi gülerek.

    Bir kez daha anlatmaya nereden başlayacağını bilemediğini söyleyen Taner,

    –Anlatacak çok şey var, dedi.

    –Mesela?

    –Mesela kuralsız, anayasası ayaklar altına alınmış, yerli ve uluslararası mafyanın elinde çok saçma bir ülke olduk... Güçlü olan, seçimi kazanan, iktidarı ele geçiren her istediğini yapıyor. Hükümetten yana olan zenginler, o kadar rahat bir hayat yaşıyor ki... Onlar her türlü cezadan muaf... Hatırlar mısınız? Somali devlet başkanının oğlu, özel otomobiliyle trafik kazası yaptı, bir vatandaşımızı öldürdü, sonrada elini kolunu sallayarak ülkesine döndü... Kapalı kapılar ardında mağdur aileye kan parası ödendi... Yani Sus, kadere razı gel, olan oldu, yapacak bir şey yok denilerek parayla can alındı... Buna benzer çok olay oluyor hocam, gerçekten inanamıyorum... Düşündükçe çıldıracak gibi oluyorum. Nasıl bir ülkede yaşıyoruz? Böyle demokrasi mi olur? Milletvekillerinin soru önergelerine bile cevap verilmiyor. Hükümetin adamı olanlar cinayet işleseler bile affedilebiliyorlar... Devletin olanaklarına, kumarda elde edilmiş kazanç gözüyle bakılıyor. Seçimi kazanan parti, kumar masasının herkesi üten birincisi olup çıkıyor. Rakiplerini yenen parti tek başına her konuda karar alıp uygulayabiliyor. Çoğulcu, katılımcı demokrasi diye bir şey kalmadı. Milletin tapulu arazilerine bile el konulabiliyor. Tek oyla seçimi kaybeden parti, muhalefet olamıyor, yasalar o kadar kötü ki, göstermelik hale geliyor. Ne işe yaradıkları bilinmeyen altı yüz milletvekili dolgun maaşlarıyla keyifli bir hayat sürerken, onları sırtında taşıyan millet sefalet içinde sürünüyor... Sizce ne yapmalıyım bunları düşünmemek için?

    –Haber izlemeyi azaltabilirsin, dedi Danışman.

    Saçma bir şey duymuş gibi Danışanı süzen Taner,

    –Bunu mu öneriyorsunuz? diye sordu.

    –Bilmem, ne önermemi isterdin?

    –Öneride bulunmayın, sadece dinleyin...

    Bozulduğunu belli etmemeye çalışan Danışman,

    –Olur, dedi.

    Danışmanın sıkıntısını anlamakta güçlük çeken genç, konuşmasına şöyle devam etti:

    –Hükümete yakın olanlar hırsız da olsa, haydut da olsa güvenlik duvarına takılmıyorlar, herkesten önce onlar işe yerleştiriliyor... Anlamıyorum ki... düşünüyorum taşınıyorum anlam veremiyorum. Devletin içine terör örgütü yerleştirmekten tutun, yapılmadık hata; vatana millete ihanet kalmadı. Ülkenin bütün kaynakları yabancı şirketlere peşkeş çekildi. Buna rağmen iktidar partisi senelerdir, oyları çalarak seçim kazanıyor. Zulümle iktidarda duran bir hükümetin istifa etmesi için ne yapılmalı? Bir iktidar başarısızlığı kabul edip gitmiyorsa, cebren ve hileyle iktidarda kalıyorsa, bu durumda halkın nasıl davranması gerekir sizce?

    Soruya cevap vermek istemeyen Danışman, konuşulanlardan ürkmüş gibi, bir süre sessiz kaldıktan sonra,

    –Sence? diye sordu.

    Danışmanın tutumu karşısında yüzünde hafif bir gülümseme beliren Taner,

    –Memur olduğunuz için cevap veremiyorsunuz, korkuyorsunuz, dedi.

    Danışman,

    –Memurlar böyle sorulara cevap veremez mi? diye sordu.

    –Veremiyorsunuz işte, dedi Taner. Ama haklısınız... Herkes dinleniyor. Mutlaka sizi de dinliyorlardır... Her soruya cevap verirseniz işinizden olabilirsiniz. Neyse hocam, deminki sorumu geri alıyorum.

    –Hangi soruyu, anlamadım?

    –Demin bir hükümetin istifa etmesi için nasıl bir yanlışın içinde olması gerekir, diye sordum ya... Sorumu geri alıyorum...

    Siyaset konuşulmasından rahatsız olan Danışman istemeyerek,

    –Hayır geri alma... Bu soruya şöyle cevap verebilirim: Ülkeden ülkeye değişir bu, dedi.

    Alaycı yüz ifadesiyle Taner,

    –Doğru... Bazı ülkelerde, küçük bir yanlış yüzünden istifalar yaşanırken, bazı ülkelerde de bir günde binlerce kişinin ölümüne neden olunsa da siyaset yoluna devam eder, bir kişi bile istifa etmez. Haklısınız. Bizim gibi ülkelerde iktidarlar ne yaparlarsa yapsınlar asla istifa etmiyorlar... Yeter ki iktidar ol. İktidar oldun mu bir daha kimse seni oradan indiremez. Hırsızlık yapıyorlar inmiyorlar, ülkeyi kan gölüne çeviriyorlar, halkı yoksulluğa, sefalete terk ediyorlar yine gitmiyorlar. Teröre silah desteği sağlıyorlar, teröristlerle aynı masaya oturup anlaşma yapıyorlar, işlerine geldi mi terör liderlerini televizyonlara bile çıkarıyorlar; onların seçmenlere mesaj iletmesine izin veriyorlar, devleti parsel parsel terör örgütlerine emanet ediyorlar, ama başkalarını terörist olmakla suçluyorlar. İyi vallahi... Bütün suçlarını kanıtlasan dahi söylenenleri kabul etmiyorlar... Hırsızı suçüstü yakalıyorsun, adam bütün televizyonlara çıkıp, O ben değildim, diyebiliyor. Yüzsüzce dile getirilen her inkâr kabul görüyor. Siyasal ortam bu kadar kötüyken muhalefet partileri seçim kaybediyor. Sizce neden hocam?

    Danışman bir kez daha topu konuşana atarak,

    –Sence? diye sordu.

    Taner gülümseyerek,

    –Duvara konuşur gibi sadece anlat diyorsunuz, dedi.

    Acı bir tebessümle karşısındakine bakan Danışman,

    –Siyaset dışında başka bir şey konuşsak olmaz mı? diye sordu.

    Engellendiğini düşünen Taner,

    –Olmaz, dedi.

    –Neden olmaz?

    –Çünkü hayatın kendisi siyaset... Denizleri konuşsak, konu dönüp dolaşır mesela balık türlerinin neden azaldığına gelir. Sanatı konuşsak bu defada sinema siyaset ilişkisi karşımıza çıkar. Aileyi, aşkı, arkadaşlığı konuşsak tamamen siyasetin içine gireriz. Bildiğiniz, siyaset dışı bir konu varsa söyleyin konuşalım.

    Duyduklarına hak vermekle birlikte Danışman,

    –Siyasete girmeden de pek çok konu ele alınabilir, dedi.

    Taner başını öne eğerek,

    –Yandaş sanatçıların yaptığı gibi mi? dedikten sonra özür diledi. Pardon, size demedim hocam, sizle ilgisi yok. Lütfen üzerinize alınmayın.

    Danışan, önemli olmadığını söyledikten sonra, konuşulacak iyi bir konu bulmuş gibi,

    –Kötü bir gün geçiriyorsun... istersen bunu konuşalım, dedi.

    Öne düşen uzun saçlarını eliyle geriye çeken Taner,

    –Haklısınız... bu günlerde kendimi iyi hissetmiyorum. Tımarhanelik deli olacağım yakında. Gerçekten iyi değilim hocam, dedikten sonra sustu.

    Danışman bir süre bekledikten sonra:

    –Devam et dinliyorum...

    –Dün okulda kavga çıktı. Haberiniz var mı bilmem?

    –Duymadım, dedi Nurettin Uçar.

    –Camiye gidenlerle başka camiyi kullananlar arasında oldu kavga. A tarikatına mensup öğrencilerle B tarikatına mensup olanlar kavga etti... Bu beni çok düşündürdü hocam...

    –Hangi açıdan?

    –Pek çok açıdan, dedi Taner. Yetmişli, seksenli yıllarda sağcılarla solcular arasında siyasi kavgalar olurmuş... Bugünse dinciler birbiriyle kavga ediyor. Onlar siyaseten birbiriyle yarışıyor. Nasıl bir ülke olduk derken bunu kastediyordum hocam... Bilimsel, siyasal tartışma ortamı diye bir şey kalmadı. Tarikatçılar cami kavgası yapıyor. O cami sizin değil, bizim, kavgası bu...  Üniversite öğrencilerinin mekânı bence kütüphaneler olmalı, camiler değil. Ayrıca şunu da söylemeden geçemeyeceğim... Bana göre üniversite dahil, hiçbir eğitim kurumunun bahçesine cami yapılmamalı. Mescit de olmamalı. Onca mescit az gelmiş gibi bir de üniversitemize iki bin kişilik cami yapmışlar.  Cami olacaksa kilise de olsun... Neden boş buldukları yeri camiye, o olmazsa mescide dönüştürüyorlar ki? Her okula, bütün dinler için ibadet hane açsınlar o zaman...

    Anlatılanları dikkatle dinledikten sonra Danışman,

    –Canını sıkan asıl konu bunlar olmasa gerekir, dedi.

    –Bunlar hocam, başka ne olabilir?

    –Bilmem, sen söyleyeceksin.

    –Sevgilimden ayrıldığımı mı söylememi istiyorsunuz? Ya da küçükken annemle babam çok kavga ederdi, ben de onlara bakar çok üzülürdüm. O gün bu gündür kendimi iyi hissetmiyorum, hâlâ psikolojim bozuk... Böyle şeyler mi anlatmalıyım? Hep bunları mı konuşursunuz? Kötü siyasete, adaletsizliğe, insan hakları ihlallerine, suyun, havanın, toprağın kirlenmesine bağlı nedenlerle de insanın ruh sağlığı bozulamaz mı?

    Söylenenlere hak veren Nurettin Uçar,

    –Kuşkusuz sosyal olaylar da ruh sağlığını olumsuz etkileyebilir, dedi.

    Taner gülümseyerek:

    –Şimdi oldu hocam... Yeri gelir ayrıldığım sevgilimden de söz ederim, ama şimdi siyaset konuşalım. Bırakın annemi, babamı, geçmişimi... Onların hayatı da benim gibi siyaset yüzünden paramparçaydı... Neyse... Sorum şu: Mesela neden okulların çoğunda kütüphane, kütüphane memuru, yeterli sayıda hizmetli, temizlik elemanı, bilgisayar, eğitim giderlerini karşılayacak yeterli kaynak, herkese yeter miktar internet yok? Bunu da bir tarafa koyalım... Doktor yok, hemşire yok, sağlık çalışanı sıkıntısı var hocam... Milletvekillerinin Amerikan hastanelerindeki tedavi ücretlerini dahi cebinden karşılayan insanlar aylarca muayene kuyruklarında bekliyor. Sağlık çalışanı sayısı az, öğrencilere öğretmen yeterli değil ama herkese fazlasıyla mescit var, cami var, imam var... Nasıl bir ülkede yaşıyoruz? Bütün bu yaşananlar saçma değil mi hocam? Sadece saçma değil, bütün bu olanlar acı veriyor bana... Gerçekten ne diyeceğimi bilemiyorum...

    Konuşmanın tıkanmakta olduğunu gören Danışman,

    –Kavgayı çıkaranları gördün mü? diye sordu.

    –Hangi kavgayı?

    –Kavgaya tanık olduğunu söylemedin mi az önce?

    Kavgayla ilgili sözlerini tekrar hatırlayan Taner,

    –Pardon hocam dedikten sonra şöyle devam etti: Bazı saldırganların uzun kara sakalları vardı, dedi. Hani Ortadoğu'da Amerika'nın beslediği dinci teröristler var ya, onlara benziyorlardı. Onlar gibi siyah giyinmişlerdi. Yakında yüzlerini de siyah bezle kapatırlarsa şaşmam. İki kişiyi caminin içinde ağır şekilde dövdüler. Bazıları sopayla gelmişti. Sopalarla kafalar yarıldı. Kaçarken düşenler, linç edilenler oldu. Ben de uzaktan aptal gibi onlara baktım... Az daha beni de döveceklerdi. Taşlar, sopalar havada uçtu. Polis gelince kaştım. Yurda döndüm. Bir kez daha yanlışlıkla göz altına alınmaktan korktum. Belli mi olur hocam... Ters kelepçeyle polis aracına bindirilip karakola götürülebilirdim... Bu ülke böyle işte... Suçluyu bırakır, hiçbir şeyden haberi olmayanı hapse atarlar... Sen istediğin kadar ben suçsuzum de... Bir şey söylemeyecek misiniz hocam?

    –Ne söylememi bekliyorsun?

    –Bilmem... Mesela siz memnun musunuz bu ülkeden?

    Konunun bir kez daha siyasetle ilgili olmasından rahatsızlık duyan Danışman,

    –Memnun olduğum şeyler var, olmadığım şeyler var, dedi.

    Taner gülerek,

    –Korkmakta haklısınız, dedi. Kaçamak cevaplar veriyorsunuz, nedenini biliyorum... Tamam o zaman, memnun olduğunuz bir şey söyleyin?

    Danışman, bir şey söylemiş olmak için,

    –Atatürk’ün kurduğu Cumhuriyette yaşıyoruz, daha ne olsun? dedi.

    Taner gülerek,

    –Gerçekten buna inanıyor musunuz? Atatürk'ün Cumhuriyeti yıkılmadı ve biz bu Cumhuriyette yaşıyoruz öyle mi? Şaka yapıyorsunuz hocam...

    Siyasete girmiş olmanın sıkıntısı içindeki Nurettin Uçar,

    –Bir ülkenin nasıl bir devlet olduğunu o ülkenin anayasası tarif eder. Anayasamız, Türk milletinin kurduğu Atatürkçü, demokratik laik, sosyal hukuk devletinde yaşadığımızı söylüyor. Anayasamıza inanmamız gerekir.

    Taner acı bir gülümsemeyle bakarken,

    –Hangi anayasa ya, dedi. Anayasaya aykırı işler yapıldığını, anayasa mahkemesinin kararlarına uyulmadığını bilmiyor olamazsınız?

    Danışman, başka ülkelerde de yasalara aykırı işler yapıldığını, ama yapılan yanlışlara bakarak, o ülkenin demokrasiyle yönetilmediğini söylemenin doğru olmayacağını belirtmek üzereyken

    Taner,

    –Kusura bakmayın hocam... Elimde olmadan konuyu hep siyasete getirdim, dedi.

    Bir sonraki görüşmede farklı şeyler konuşmayı arzu ettiğini söyleyen Danışman, danışma saatinin dolduğunu söyleyerek görüşmeyi sonlandırdı.

    *

    İkinci Görüşme

    Kısa bir hoşbeşten sonra Danışmanın karşısındaki beyaz plastik sandalyeye oturan Taner,

    –Hayat size de sıkıcı gelmiyor mu hocam? diye sordu.

    Danışman, Başlama yine, demek üzereyken,

    –Hayatın neden sıkıcı olduğunu mu konuşalım istiyorsun? diye sordu.

    –Bence konuşalım, güzel bir konu, dedi Taner.

    –Sıkıcı olan ne? Örnek verebilir misin? Mesela neye canın sıkılıyor?

    –Tek bir şey değil ki... Her şeyin çok sıkıcı olduğundan söz ediyorum hocam, dedi Taner.

    –Genelleme yapıyorsun. Genel olarak hayatın sıkıcı olduğu söylenebilir, ama özele inmemiz lazım... Neye canın sıkılıyor? Örnek üzerinden gidelim istersen?

    –Mesela bütün şehirlerimiz, üst üste beton binalarıyla birbirine benziyor. Hiçbir şehrin farklı bir özelliği kalmadı... Şehirlerimiz, kasabalarımız, köylerimiz yaşanmaz hale geldi. Her yerde termik santraller, madenler, taş ocakları... Gürültü patırtı... Düzen, estetik, kent peyzajı diye bir şey yok. Sürekli orman yangınları oluyor, ağaçlar kesiliyor. Böyle devam ederse yakında mezarlıklar dışında yeşil alan kalmayacak.  Bir gün,’ kentsel dönüşüm’ adı altında proje başlatıp mezarlıkları da inşaat alanı yaparlarsa hiç şaşmam. 23 yıldır aynı parti iktidarda. Et, süt, yumurta çok pahalı... çocuklar, gençler iyi beslenemiyor. İşsizlik almış başını gitmiş. Üniversite mezunları iş bulamıyor. Gençler evlenemiyor. Evlilik dışı arkadaşlıklara kötü gözle bakılıyor. İki gün sonra ramazan ayı başlayacak. Hemen her şeye; bütün gıdalara şimdiden zam geldi. Dini bayramlarda bile halk, kesesine uygun gıda bulamıyor. Bir gün de zam yapılmayıp, Ramazan geldi diye halka ucuz gıda satılsa olmaz mı? Hiç olmazsa bir ay insanlar gıdaya doysa.

    –Ramazan ayı yeme içme ayı değil ki, aksine aç kalma ayı...

    –Ne güzel söylediniz hocam, çok doğru... Ramazan ayı aç kalma ayı... Millet kolayca gıda bulamasın, oruç ibadetinin sevabında aksama yaşanmasın diye dayıyorlar zamları... Zam yetmiyor, ekmekten başlayarak bütün

    Enjoying the preview?
    Page 1 of 1