Discover millions of ebooks, audiobooks, and so much more with a free trial

Only $11.99/month after trial. Cancel anytime.

MHP'ye Çelme Takan Hâkim
MHP'ye Çelme Takan Hâkim
MHP'ye Çelme Takan Hâkim
Ebook404 pages4 hours

MHP'ye Çelme Takan Hâkim

Rating: 0 out of 5 stars

()

Read preview

About this ebook

Bir anda her şey oluverdi. Her şey bir anda yok olacak. Ölüme ayarlı, yaşamaya odaklı insan ömrünü, bu şekilde tarif edebilirim. Yaşadıkça büyüyen, büyüdükçe küçülen, zayıf iken güçlü, güçlü iken zayıf, bedeni yaşlansa da nefsi hep diri kalan insan; zıtlıklar aleminin baş kahramanıdır.
Bilmediği halde her şeyi biliyormuş, sahip olmadığı halde her şeye sahipmiş gibi kibirli. Öleceğini bilse dahi düşman saflarına dalan asker kadar cesur lakin, fındık faresinden korkup kaçacak kadar da ödlek. Tüm insan neslinin kendi soyundan oluşmasını isteyecek kadar üretken ve istekli iken, bütün canlıları yok edebilecek silaha sahip olduğunda pimini çekecek kadar da kindar ve öfkeli. Açken tamahkar, doyduğu zaman müsrif. Çok sevdiğini öldürecek kadar kıskanç, namusunu satacak kadar da geniş olabiliyor.
Sonsuz zaman diliminin hangi evresinde, dünyanın neresinde, kimden doğacağıma, erkek mi dişi mi olacağıma, saçtan göz rengime, huyuma, karakterime karar veren ben değilim. İradem, bunları gerçekleştirme yetkisine sahip değil.
İrademizin hayatımızdaki yeri ve büyüklüğü, kâinatta kapladığımız yer nispetindedir. Kendi irademizle verdiğimiz kararların ve yaptığımız eylemlerin oranı da bu nispeti geçmez. Bu nedenle, yaşantımıza yön veren en büyük etkenler, irademizin dışındaki kader ortaklarımızdır. Özgün sanatçılar bu genel ilkenin naif ve narin istisnasını oluştururlar.
Kitap yazarlığı da özgün sanatçı olmayı gerektirir. Başkasının hayatını anlatan biyografi ve kendi yaşamını anlatan otobiyografi, edebiyatın en hassas ve rizikosu en yüksek türünü oluştururlar. Özellikle de otobiyografi, ben merkezli olduğu için yazarın sırtına inanılmaz derecede ağır sorumluluklar yükler.
Otobiyografide; gerçek dışı olaylara, kişilere ve hayallere yer verilmez. Düşüncelerinizi aktarırken tarafsız olmak zorundasınız. Hayatınızın ve yakın çevrenizin özelini, kamuya açtığınız için sadece sorumluluk değil aynı zamanda büyük riskler alırsınız. Bu nedenle, geçimini yazarlık ile temin edenler, otobiyografiden uzak durmayı tercih ederler. Hayatını yazma cesaretini gösteren yazarlar ise ilk eserlerine otobiyografi ile başlamazlar.
Daha önce mesleki konularda kitaplar yazdım fakat geneli kapsayacak bu eserimin otobiyografi olması bende büyük tereddütler yaşattı.
Yaşantısı merak uyandıran ünlü birisi değilim ancak; kamuya mal olan, Mayıs 2016 MHP Büyük Kurultayının yapılıp yapılmamasına etki edecek kararların altına imza attıktan sonra, yaşadığım ibretlik süreç ve kader ortaklığına değinen vicdani sorumluluklarım, bireysel menfaatlerime galebe çaldılar.
Bu döneme ışık tutabilecek, emsal teşkil edebilecek, sosyolojik ve hukuki olayların, gelecek nesillere aktarabilme arzusunu “İyiler de en az kötüler kadar cesur olmak zorundadır.” düşüncesi destekledi.
Ayrıca, kitabın konusunu; hukuki alanda teknik içeriklere sahip MHP Kurultayı ile sınırlı tutmanın, arzulanan verimi sağlamayacağı düşüncesine sevk etti.
Bu bağlamda siyasetin; adaletin ve hukukun üzerindeki yıkıcı etkisine çok iyi örnek olabilecek MHP Kurultay kararını ve sonrasında yaşadığım sosyolojik ve hukuki süreçleri yazmak istedim.
Hayallerin ve fikirlerin harman olduğu cezaevi, yazacağım eser hakkında gerekli olan zamanı fazlasıyla sundu.
Sıradan sayılabilecek bir yaşantım da olmadı. Çobanlıktan HSYK Başmüfettişliğine uzanan hayat çizgimde, zirvelerde de dolaştım en dipleri de gördüm.
Kısacası hayatı; romanlara, filmlere ve belgesellere konu olabilecek ölçekte, her dakikasının hesabını verebilecek şeffaflıkta, insanlığa yakışır tarzda yaşadığıma inanıyorum.
Buradan aldığım cesaretle de bu eserimi, otobiyografi ile kaleme almaya karar verdim.
15 Temmuz 2016; hayat düzenimi, inançlarımı ve düşüncelerimi sil baştan değiştiren milat oldu. Bu tarihten sonraki yaşantımı ve düşüncelerimi, bu kitabın devamı niteliğindeki ikinci kitapta kaleme aldım.

Burhan Yaz

LanguageTürkçe
PublisherDavul Kitap
Release dateMay 2, 2024
ISBN9798224674527
MHP'ye Çelme Takan Hâkim
Author

Burhan Yaz

1968 Kırşehir doğumlu. İlkokulu köyde, ortaokulu ve liseyi Kırşehir de okudu.1992 yılında Marmara Üniversitesi Hukuk Fakültesinden mezun oldu. İstanbul’da başladığı avukatlık stajını Kırşehir’de bitirdi. Hâkim/savcı adaylığı stajını, Ankara Adliyesinde yaptı.10 Mart 1997 tarihinde Kırklareli İli Pınarhisar İlçesine hâkim olarak atandı. 7 ay sonra, zorunlu askerlik hizmetimi yapmak üzere, hakimlik görevime ara verdi. Asteğmen adayı olarak Polatlı Topçu ve Füze Okulunda 4 ay eğitim aldı. Gelibolu 2. Kolordu Karargâh Bölük Komutanlığında asteğmen olarak 12 ay hizmet verdi ve 21 Mart 1999 tarihinde terhis oldu.24 Mart 1999 tarihinde, ara verdiği Pınarhisar Hâkimliği görevine tekrar başladı. Yahyalı ve Midyat İlçelerinde Hâkim olarak adalet hizmeti sundu. 14 Nisan 2005 tarihinde, üçlü kararname ile Adalet Bakanlığı Teftiş Kurulu Başkanlığına, Adalet Müfettişi olarak atandı.2010 yılındaki Anayasa değişikliği sonrasında, Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu (HSYK) Teftiş Kurulu Başkanlığı’na Başmüfettiş olarak seçildi.Adalet Müfettişliği döneminde Adli Yargı İlk Derece Mahkemeleri, Cumhuriyet Başsavcılıkları ile Adalet Dairelerinin Denetimi ve Kalem Mevzuatı isimli kitabını yayınladı.HSYK Başmüfettişliği döneminde, Eskişehir Anadolu Üniversitesi Açık Öğretim Fakültesinde ders kitabı olarak okutulan Kalem Mevzuatı isimli kitabını yayınladı.2010-2014 yılları arasında, Türkiye Adalet Akademisinde, hâkim ve savcı adaylarına; “Performans Değerlendirme ve Geliştirme Sistemi”, “Hâkimlerin Kalem Denetimi”, “Cumhuriyet Savcılarının, Kelem ve Adalet Dairelerini Denetlemesi” konularında, eğitmen olarak dersler verdi.Adalet Bakanlığı’nın; hakimlere/savcılara, yazı işleri müdürlerine ve zabıt kâtiplerine yönelik düzenlediği hizmet içi eğitimlerinde, kalem mevzuatı ile ilgili çok sayıda sunumlar yaptı, eğitim seminerlerine katkıda bulundu.Ulusal Yargı Ağı Projesinin (UYAP) teftiş sistemine entegrasyonuna öncülük etti ve destek verdi. Bu bağlamda; UTEP (Ulusal Teftiş Projesi) ismini verdiği ve Dünya’da ilk olma özelliğine sahip projenin hayata geçmesi için büyük emekler sarfetti. Karşılaştığı sıkıntılara rağmen 9 yıl içerisinde bu projeyi tamamladı. UTEP Projesini Aralık 2013 tarihinde bitirdi ve kullanıma sundu.Ocak 2014 tarihinde HSYK başmüfettiş ve müfettişlerine, sistemin tanıtımını içeren sunumlar yaptı ancak, AKP’nin Anayasa’ya açıkça aykırı çıkardığı “Torba Kanun” kapsamında, 06 Mart 2014 tarihinde Başmüfettişlik görevi sona erdi. Bu arada; Adalet Akademisinden gelen teklif üzerine, bir yıl üzerinde çalışarak basıma hazır hale getirdiği Yazı İşleri Hizmetlerinin ve Adalet Dairelerinin Denetimi isimli ders kitabını yayınlayamadı.17 Mart 2014 tarihinde Ankara Adliyesine Hâkim olarak atandı. Bu sırada Hukuk ve Ceza Mahkemelerinde Yazı İşleri Hizmeti UYAP’ın Etkin Kullanımı isimli 574 sayfalık kitabımı yayınladı. Cumhuriyet Başsavcılığı Yazı İşleri Hizmeti UYAP’ın Etkin Kullanımı isimli 206 sayfalık kitabının yayın aşamasında, menfur 15 Temmuz 2016 tarihli olaylar yaşandığı için yayınlama imkânı bulamadı.HSYK’nın 29 Kasım 2016 tarihli kararıyla “Meslekten İhraç” edildi. FETÖ/PDY ile irtibatlı ve iltisaklı olduğu iddiasıyla hakkında soruşturma başlatıldı. 04 Ağustos 2016 tarihinde gözaltına alındı. 5 gün; işkencelere, insanlık onur ve haysiyetine yakışmayan muamelelere maruz kaldıktan sonra haksız ve hukuksuz şekilde tutuklandı (AİHM 2022 tarih 20061/17 sayılı kararıyla, "ilk tutukluluklarının hukuka uygun olmaması sebebiyle Sözleşme’nin 5/1 maddesinin ihlal edildiğine" hükmederek, 5.000 EURO tazminata karar verdi.) Buna rağmen adil olmayan yargılama sonrasında, silahlı terör örgütüne üye olmak suçundan 8 yıl 1 ay 15 gün hapis cezasına çarptırıldı. 5,5 yıl (66 ay) cezaevinde kaldı.23 yıllık meslek hayatı süresince “İnsan Hakları Eğitimi, Yönetimde Halkla İlişkiler ve İletişim Eğitimi, Bilgisayar, Hukuk Uyuşmazlıklarında Arabuluculuk” gibi birçok etkinliklere katıldı ve sertifikalar aldı.Ankara 2. İcra Mahkemesi Hâkimi olarak görev yaptığı sırada, Milliyetçi Halk Partisinin (MHP) olağan üstü kurultay yapılmasına ilişkin davaya baktı. Verdiği karar hukuki olmasına karşın, kurultayın yapılmasını istemeyen AKP ve MHP Genel Merkezinin hedefi haline geldi. İftiralarla ve linç kampanyalarına maruz kaldı.

Related to MHP'ye Çelme Takan Hâkim

Related ebooks

Reviews for MHP'ye Çelme Takan Hâkim

Rating: 0 out of 5 stars
0 ratings

0 ratings0 reviews

What did you think?

Tap to rate

Review must be at least 10 words

    Book preview

    MHP'ye Çelme Takan Hâkim - Burhan Yaz

    Bir anda her şey oluverdi. Her şey bir anda yok olacak.

    Ölüme ayarlı, yaşamaya odaklı insan ömrünü, bu şekilde tarif edebilirim.

    Yaşadıkça büyüyen, büyüdükçe küçülen, zayıf iken güçlü, güçlü iken zayıf, bedeni yaşlansa da nefsi hep diri kalan insan; zıtlıklar aleminin baş kahramanıdır.

    Bilmediği halde her şeyi biliyormuş, sahip olmadığı halde her şeye sahipmiş gibi kibirli. Öleceğini bilse dahi düşman saflarına dalan asker kadar cesur lakin, fındık faresinden korkup kaçacak kadar da ödlek. Tüm insan neslinin kendi soyundan oluşmasını isteyecek kadar üretken ve istekli iken, bütün canlıları yok edebilecek silaha sahip olduğunda pimini çekecek kadar da kindar ve öfkeli. Açken tamahkar, doyduğu zaman müsrif. Çok sevdiğini öldürecek kadar kıskanç, namusunu satacak kadar da geniş olabiliyor. Atomu parçalamaya muktedir akla, başkasının götünde kıl olmaya razı cehalete sahip.

    Ben merkezli insan;

    Yalnızca sen ve ben ama sadece ben,

    Sevmeyi seven, sevilmeyi daha çok seven ben,

    Önce kendini seven sonra seni seven ben,

    Severken yaşayan, yaşadığı için seven ben,

    Kin, öfke, kıskançlık, kibir, nankörlük ve riyakârlıkta olduğu gibi mütevazilikte, merhamette, affedicilikte ve cesarette de en önde olan ben,

    Dünyanın en mükemmel, en üstün aynı zamanda da en vahşi en zalim canlısı yine ben.

    Nasrettin Hoca’ya dünyanın merkezi neresidir diye sormuşlar, Bulunduğum yer. diye cevap vermiş. Bana, kâinatın merkezini sorsalardı Bulunduğum yer. cevabını verirdim.

    Hallâc-ı Mansûr'un idamına sebep olan Ene'l-Hak sözü yalın dilde Ben Hakkım anlamına gelse de onun bu sözleri ister tasavvuf eğitimine ister felsefi düşüncelerine isterse de bilime bağlansın, ana teması; insanın, ben merkezli oluşudur. Ben varsam kâinat var, dünya var, canlı-cansız maddeler var, insanlar var, yaşam var… Ben yoksam hiçbir şeyin anlamı yok.

    Dünya ve kâinat; başım, gövdemin üzerinde durduğu sürece anlam ve değer kazanır.

    Sen doğmadan önce de kâinat vardı, dünya vardı, insanlar vardı. Öldükten sonra da var olmaya devam edecekler, diyenler çıkabilir. Bu beyanların muhatabı da yine ben olduğum için anlamı var. Ben olmasaydım hiçbir anlamı olmayacaktı.

    William Shakespeare’inin söylediği gibi Olmak ya da olmamak işte bütün mesele burada.¹

    Başlangıcını ve sonunu bilmediğimiz kâinat fanusunun ne ilk insanıyım ne de sonuncusu olacağım. Kâinat takviminin, başında mı ortasında mı yoksa sonunda mıyım? Bilmiyorum. Fakat kesin bildiğim, ömrümün sonuna doğru yaklaştığım.

    Victor Hugo’nun İnsanların hepsi belirsiz bir süre için ertelenen ölüm cezasına mahkumdur.² dediği gibi dünya; yaşamak için değil ölmek için bekletildiğimiz bir koğuş.

    Kader ortaklığı; bilinmeyen sonsuz geçmişten, öngörülemeyen sonsuz geleceğe uzanan zaman diliminde, var olmuş ve olan, canlı veya cansız tüm maddelerin; bir şekilde müdahil olduğu İlahi senaryonun, döngüsel sahnesindeki insanın, kendisine biçilen rolü oynamaktan ibarettir.

    Bu rol, anne karnında cenin ile başlar, kalbinin durduğu ana kadar da devam eder.

    Olaya insan hayatı olarak değil de kader boyutuyla bakacak olursak, başlangıcını henüz bilmediğimiz kâinatın ilk oluşumundan itibaren yaşanan her bir olay ile tüm duyu organlarımızla algıladığımız kâinat arasındaki mutlak kader ortaklığı bulunmaktadır. Tıpkı; ağacını, dalını, yaprağını, çiçeğini, meyvesini hatta kendi çekirdeğini bile içinde barındıran tohum gibi.

    Güneş olmasa, dünya olmayacak. Dünya olmasa, insanlar olmayacak. İnsanlar olmasa, ben olmayacaktım.

    Sonsuz zaman diliminin hangi evresinde, dünyanın neresinde, kimden doğacağıma, erkek mi dişi mi olacağıma, saçtan göz rengime, huyuma, karakterime karar veren ben değilim. İradem, bunları gerçekleştirme yetkisine sahip değil.

    İnsan iradesi; almak, açmak, kapatmak ve kanallarını değiştirmekle sınırlı televizyon seyircisine benzer. Televizyona yansıyan görüntüler de mizansenin bir parçası, seyirciler de fakat görüntüler sanal iken, gerçek olan ise sadece ben.

    İrademizin hayatımızdaki yeri ve büyüklüğü, kâinatta kapladığımız yer nispetindedir. Kendi irademizle verdiğimiz kararların ve yaptığımız eylemlerin oranı da bu nispeti geçmez. Bu nedenle, yaşantımıza yön veren en büyük etkenler, irademizin dışındaki kader ortaklarımızdır. Özgün sanatçılar bu genel ilkenin naif ve narin istisnasını oluştururlar.

    Kitap yazarlığı da özgün sanatçı olmayı gerektirir. Başkasının hayatını anlatan biyografi ve kendi yaşamını anlatan otobiyografi, edebiyatın en hassas ve rizikosu en yüksek türünü oluştururlar. Özellikle de otobiyografi, ben merkezli olduğu için yazarın sırtına inanılmaz derecede ağır sorumluluklar yükler.

    Otobiyografide; gerçek dışı olaylara, kişilere ve hayallere yer verilmez. Düşüncelerinizi aktarırken tarafsız olmak zorundasınız. Hayatınızın ve yakın çevrenizin özelini, kamuya açtığınız için sadece sorumluluk değil aynı zamanda büyük riskler alırsınız. Bu nedenle, geçimini yazarlık ile temin edenler, otobiyografiden uzak durmayı tercih ederler. Hayatını yazma cesaretini gösteren yazarlar ise ilk eserlerine otobiyografi ile başlamazlar.

    Daha önce mesleki konularda kitaplar yazdım fakat geneli kapsayacak bu eserimin otobiyografi olması bende büyük tereddütler yaşattı.

    Yaşantısı merak uyandıran ünlü birisi değilim ancak; kamuya mal olan, Mayıs 2016 MHP Büyük Kurultayının yapılıp yapılmamasına etki edecek kararların altına imza attıktan sonra, yaşadığım ibretlik süreç ve kader ortaklığına değinen vicdani sorumluluklarım, bireysel menfaatlerime galebe çaldılar.

    Bu döneme ışık tutabilecek, emsal teşkil edebilecek, sosyolojik ve hukuki olayların, gelecek nesillere aktarabilme arzusunu İyiler de en az kötüler kadar cesur olmak zorundadır. düşüncesi destekledi.

    Ayrıca, kitabın konusunu; hukuki alanda teknik içeriklere sahip MHP Kurultayı ile sınırlı tutmanın, arzulanan verimi sağlamayacağı düşüncesine sevk etti.

    Bu bağlamda siyasetin; adaletin ve hukukun üzerindeki yıkıcı etkisine çok iyi örnek olabilecek MHP Kurultay kararını ve sonrasında yaşadığım sosyolojik ve hukuki süreçleri yazmak istedim.

    Hayallerin ve fikirlerin harman olduğu cezaevi, yazacağım eser hakkında gerekli olan zamanı fazlasıyla sundu.

    Sıradan sayılabilecek bir yaşantım da olmadı. Çobanlıktan HSYK Başmüfettişliğine uzanan hayat çizgimde, zirvelerde de dolaştım en dipleri de gördüm.

    Kısacası hayatı; romanlara, filmlere ve belgesellere konu olabilecek ölçekte, her dakikasının hesabını verebilecek şeffaflıkta, insanlığa yakışır tarzda yaşadığıma inanıyorum.

    Buradan aldığım cesaretle de bu eserimi, otobiyografi ile kaleme almaya karar verdim.

    15 Temmuz 2016; hayat düzenimi, inançlarımı ve düşüncelerimi sil baştan değiştiren milat oldu. Bu tarihten sonraki yaşantımı ve düşüncelerimi, bu kitabın devamı niteliğindeki ikinci kitapta kaleme aldım.

    Burhan Yaz

    DOĞUM ÖNCESİ

    Zaman; yaşayana hızlı, bekleyene zor geçermiş.

    Sizlere; Adolf Hitler ile kader ortaklığım bulunduğunu söyleseydim inanır mıydınız?

    Anlatayım, takdir sizlerin.

    Adolf Hitler, boğulmak üzereyken bir rahip tarafından kurtarılmamış veya 1. Dünya Savaşı sırasında bir İngiliz askeri tarafından hayatı bağışlanmamış ya da ressam olabilmek için girdiği Viyana Güzel Sanatlar Akademisi sınavını kazanmış olsaydı, Nasyonel Sosyalist Alman İşçi Partisini kurmayacak ve 2. Dünya Savaşı da yaşanmayacaktı.

    Hitler, 2. Dünya Savaşına neden olsa da savaştan çıkan Almanya, çok büyük acılar, felaketler, ölümler ve yıkımlar yaşadığı halde, hızla toparlanmış ve yeni bir Almanya inşa etmeye başlamıştır.

    Genç nüfusun büyük bir çoğunluğunu savaşta kaybeden, çok sayıda işgücüne ihtiyaç duyan ve işçi açığının büyük bir kısmını Türkiye’den karşılamak isteyen Almanya, otomotivden, hayvancılığa, madencilikten, sağlık ve tarıma kadar her alanda çalışmak üzere Türkiye’den işçi talep etmiştir³.

    Cumhuriyet kurulmadan önce savaş yorgunu düşen milletimiz, Atatürk’ün kurduğu yeni sistemin benimsenmesi ve hayata geçirilmesi aşamasında da büyük zorluklara katlanmıştı. Fiilen girmese bile 2. Dünya Savaşı’nın getirdiği ağır şartların etkisinden de kurtulamamıştır.

    Bu nedenle Türkiye 60’lı yılların başında hedeflenen; demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devleti statüsünü henüz kazanamamıştı.

    Tek adam ve tek parti rejiminin beraberinde getirdiği anti demokratik uygulamalardan ve yoksulluktan bitkin düşen halk, çok partili rejime sığınarak Demokrat Partiyi iktidara taşımıştı.

    Tek parti döneminden kalma alışkanlıkları terk edemeyen, adı demokrat olsa da yasakçı ve zorlayıcı politikaları sürdüren, ülkenin gerçek sorunlarıyla ilgilenmek yerine enerjisini siyasi çekişmelere sarf eden DP, nüfusun çoğunluğunu oluşturan ‘yoksul köylünün’ sıkıntılarına çare olamamıştı.

    Bir ülke nüfusunun çoğunluğu açlık ve sefalet içerisinde ise orada Adalet ve Demokrasi de yoktur. İktidarı elinde bulunduran partinin adı Adalet veya Demokrat ile başlamış olsa dahi Acıma, acırsan acınacak hale gelirsin veya Güçlü olmak ve gücünü korumak için zayıfları ezmek dahil her şey mubahtır. Söylemleri darb-ı mesel olur. Kendi bekasını koruyup kollamak adına; Osmanlı hanedanlık uygulamasını örnek gösterip, devletin bekası için kardeş katlini dahi savunur hale gelir. Yargının en tepesinde görevli hukukçular, kendisini gül zannedip, diken olarak gördükleri kişilere Adalet herkese eşit uygulanmaz diyebilir. Adaleti, güçlünün inisiyatifine bırakmayı varlık sebebi olarak kabul edenler Adaleti de demokrasiyi de öldürürler.

    Adaletin olmadığı yerde cehalet, sefalet, rezalet de eksik olmayacaktır.

    Adaletin ve demokrasinin, buna bağlı olarak da sosyal refahın ve ekonomik kalkınmanın bulunmadığı yerlerde insanların, arayış içerisine girmesi kaçınılmaz hale gelir.

    1960’lı yıllarda bunlar yaşanıyordu. Adaletsizliğin ve yoksulluğun hüküm sürdüğü köylerden, okumak veya yaşam savaşını sürdürebilmek için şehirlere akın eden gençler; Avrupa’da başlayıp ABD’de güçlenen kapitalizme karşı çıkmak ve o tarihlerde baş gösteren ABD - Vietnam savaşına tepki olarak da Savaşma, seviş, Kahrolsun emperyalizm, Tam bağımsız ve gerçekten demokratik Türkiye sloganları ile dikkat çeken, Sovyet Rusya’sındaki sosyalist akımın etkisindeki ‘Çiçek çocuklar’ olarak da bilinen 68 kuşağına dâhil oluyorlardı.

    Türkiye tarihine 68 kuşağı olarak da geçen bu gençlik hareketi güçlenerek Devrimci harekete dönüşmüş ve siyasi iktidarı hedef almıştı. Bu hareketin durdurulmasını, bastırılmasını ve yok edilmesini, demokratik yöntemlerde bulmayan Demokrat Parti; dünya üzerindeki yayılmacı politikasını, Türkiye üzerinden yürütmek isteyen ABD’nin etkisi ve desteği ile şiddete, yasak ve cezalandırma yöntemlerine başvurmuş, bu hatasının bedelini de çok ağır bir şekilde ödemişti.

    Genç Türkiye; Başbakanını ve Cumhurbaşkanını asmakla uğraşa dursun, ABD ve Rusya uzaya yapay uydu içerisinde, insan/astronot göndermeyi başarmış ve Ay’ a mekik gönderme denemelerine başlamıştı.

    Dünyada ve Türkiye’de bu sosyolojik olaylar yaşanırken, Anadolu’nun tam göbeğinde yer alan Kırşehir⁴-Ankara yolu üzerindeki 200 haneli bir Türkmen köyünün sakinleri; tüm bu gelişmelerden habersiz, hayata tutunmaya çalışıyor ve yaşamın zorlu şartlarıyla mücadele ediyorlardı.

    1960’lı yıllarda köy halkı; bezir yağını⁵, kumaş parçasına dökerek yaktığı ‘idare’ lambasından, petrolün rafine edilmesiyle elde edilen ‘gaz yağı’ lambasına geçmeyi ve öküzlerin kullanıldığı kağnı arabasından da atın kullanıldığı at arabasına geçilmesini devrim olarak değerlendiriyordu.

    Gaz lambası ve at arabası, köyün zenginleri içindi. Fakir, fukaranın öküzü ve kağnısı varsa kendini şanslı görüyordu.

    Köylünün temel geçim kaynağını, küçükbaş ağırlıklı hayvancılık oluşturuyordu.

    Ekonomik varlığı ise arpa, buğday, nohut gibi tahıl ürünlerini elde edebilmek için genelde tepe yamaçlarında bulunan taşlı ve kurak tarlalarda çiftçilik yapmak, kıraç⁶ yerlerdeki bağlarda üzüm ve sulanabilen küçük bahçelerde meyve ve sebze yetiştirmekten ibaretti.

    Çay, kahve ve sigara ancak ağa konağında bulunurdu. Kahve önemli konuklara, çay ve sigara maraba takımına ikram edilirdi.

    Köy halkının cebinde para olmadığı için parayla iş yapan bakkal gibi ticari müessese yoktu. İşçi olarak çalışanlar hizmetinin karşılığında buğday, arpa, nohut, mercimek gibi ürünler alırdı. İhtiyaç malzemeleri takas ediliyordu. Aslında kölelik sistemi kalkmıştı ama fakir aileler çocuklarını, bir kile buğday⁷ karşılığında, durumu biraz daha iyi olan ailelerin yanına bir yıllığına çiftçi⁸ olarak veriyorlardı.

    Köyün erkekleri; ilkbaharda ekim/dikim için çifte gider, yazın ise hasat, harman, çeç derken kış aylarına kadar günlerini tarlalarda geçirirlerdi.

    Kadınlar; kol gücü hafif sayılan işlerde çalıştırılırdı. Lakin, iş alanları o kadar genişti ki ancak gece yattığı zaman nefeslenebilirdi. Tabi ki eşi rahat nefes almasına müsaade ederse.

    Çocukların bakımı tamamen kadınların üzerineydi. Doğum kontrol uygulaması erkeğin inisiyatifine bırakıldığı için her ailede 10’dan daha aşağı çocuk olmaz, yaş aralıkları da bir yılı geçmezdi. Ölü doğanlar ile doğduktan sonra ölenler çocuk sayısına dâhil edilmezdi.

    Köyde okul açılmıştı ancak öğretmen ve öğrenci bulmakta zorlanılıyordu. Kız çocukları ayıplandığı için okula gönderilmiyordu. Erkek çocuklar ise ailesine yardımcı olmak için ya başka bir ailenin yanında çiftçi olarak veya babasının yanında çalışıyordu. Bu nedenle de köyde okuma yazma bilenin oranı çok düşüktü.

    Ailede birden fazla kız çocuğu doğmasına karşın, henüz erkek çocuk olmamışsa en son doğan kız çocuğuna; Yeter, Döndü, Döne, Songül, Afet, Asiye, Hacer, Hicran, Kısmet, Müyesser, Nalan, Özlem, Selamet, Serap gibi adlar verilirken, erkek çocuklarına ise Yaşar, Dursun, Temel, Şeref, Zafer, Rıza, Önder, İhsan, Gürbüz, İzzet, İlker, Murat, Muhterem, Muktedir, Müjdat, Nizam vb. isimler veriliyordu.

    Kız çocukları ancak evlenip gurbete gittiğinde, erkek çocuklar ise askerlik için köyünden ayrılabiliyordu.

    Köyün dört yanı dağlarla çevrili olmasına karşın, orman bir yana dağlarda hiç ağaç yoktu. Biraz büyüme fırsatı bulan çalılar ise elini çabuk tutan köylüler tarafından sökülerek yakacak yapılıyordu.

    Köydeki tüm evlerin duvarları kerpiçle örülmüş, tavanı da yine toprakla kapatılmıştı.

    Gıyabında bahsedilen kişinin bir çırpıda anlaşılması ve benzer isimlerin birbirinden kolayca ayırt edilebilmesi için mensup olduğu sülalenin adı ile birlikte hitap edilirdi (Apışların Sali, Çöllüğün Omar, Kindiş Ali’nin Aset, Yostur’un Hasan Üssün, Alabacağın Musa, Coruğun Osman⁹, Köselerin Pot Sülemen, Şibillerin Yonuz gibi) ya da kişilerin vücut yapısına, karakterine veya geçmişteki bir eylemine göre takılan lakaplar ile anılırdı: Kel Bekir, Cin Ali, Bülbül Ahmet, Tatlı Büber, Sağır Osman, Kırışık gibi.

    Kağnıdan başka vasıta bilmeyen, tarlasını öküzlerin çektiği sapanla süren, orak ve kavrama ile ekin biçen, harmanı öküzlerin çektiği düven ile öğüten, buğdayı samandan ayırmak için rüzgarı kullanan, bire iki mahsul aldıysa Allah bereket versin diye şükreden, buğdayı un haline getirebilmek için seklemini¹⁰ taşıyan eşeği ile su değirmenine bir günlük yolculuk yapan, 3 gün değirmende sırasını bekleyen, evine dönerken de yağmurda ıslanıp yatak döşek hasta olan köyün gençleri; arayışlar içerisine düşmüştü. Bu nedenle Almanya’nın işçi talebi dalga dalga yayıldı.

    Avrupa macerası, köylü gençler için çok çelişik duygular barındırıyordu. Artık düzenli bir işleri olacaktı. İyi bir hayat sürebilmek, kimseye muhtaç olmadan kendi ayakları üzerinde durabilmek için para kazanacaklardı. Fakat bir yönüyle yolculuk; vatandan, eşten, dosttan, sevgiliden ayrılışın derin hüznünü, sinelerde barındırıyordu. Diğer yönüyle de umuda yolculuğun, bir şeyleri başarabilecek olmanın heyecanını ve coşkusunu yaşatıyordu. Ya geride bıraktıkları gözü yaşlı eşleri, anneleri, babaları? Onlar için bu ayrılık; hasretin ve hüznün içe akıtılan gözyaşlarıydı.

    Göç dalgasına en çok Anadolu’daki köylerden katılım olmuştu. Almanya’ya gitmek isteyenler için kurulan işçi alım şubesinin Kırşehir’de de açıldığını duyan köyün gençleri; müracaat için şubeye akın etmeye başladı. Sağlık durumu iyi olduğu halde, düzenli bir işi ve geliri olmayan, evli veya bekâr köy erkekleri için bir ümit kaynağı olmuştu.

    1966 yılında, sayıları yüzü bulan köyün gençleri; tahta bavullarına doldurdukları umut ve heyecanlarıyla, sonunu bilmedikleri bir maceraya çıkmışlardı. Geride bıraktıkları gözü yaşlı annelerine, eşlerine ve sevdiklerine, biraz para kazandıktan sonra geri dönecekleri sözünü veriyorlardı.

    Zor şartlara sahip iş yerlerinde istihdam edilen Anadolu gençlerinin bir kısmı, şartların ağırlığı nedeniyle hemen, bir kısmı ise biraz para kazandıktan sonra Almanya’dan geri dönecekti. Bir kısmı ailesini de oraya götürecek, bazılarının ise cenazesi gelecekti. Kimisi de Türkiye’deki ailesini unutup orada yeni bir hayat kuracaktı.

    Hacı Yunus’un oğulları Tahir ve Kadir de Almanya’ya işçi gidebilmek için 10 km uzaklıktaki Kırşehir’e yaya gitmişler, başvurularını yapmışlardı. Başvuru sırasında ilk defa bir doktora üstelik de Alman doktoruna muayene olmuşlar, ayak tırnaklarından dişlerine kadar kontrol edilmişlerdi. Nihayetinde her ikisinin de başvurusu kabul edilmişti.

    Sayılı gün çabuk gelirmiş. Nihayet ayrılık günü geldi çattı. Tahir geride gözü yaşlı eşini ve 2 yaşındaki oğlunu, Kadir ise gözü yaşlı eşini ve 1 yaşındaki oğlunu, bir de ayrılık hasretini içlerine akıtan anne ve babalarını geride bırakarak köylerinden ayrılmışlardı.

    Ayrılmadan önce; dört tarafı kerpiç duvarlarla kaplı odalarına geçip, eşlerini hasretle kucakladılar. Çocuklarını öpüp kokladılar¹¹. Dışarıda bekleyen anne ve babasının ellerini öptüler. Köyü, matem havası bürümüştü. Sanki seferberlik çıkmış, gençler savaşa gidiyor gibiydi.

    İstanbul’a kadar otobüsle gittiler. Hayallerini, umutlarını, sevdalarını, geleceklerini, Sirkeci Garından kalkan vagonlara yüklediler ve 3 günlük yolculuklarını, bilinmeyeni, sılayı ve hasreti, beraberinde getirdikleri Almanya’nın Münih Garına inerek sonlandırdılar.

    Gardaki camsız odalarda; insanları gidecekleri kentlere göre ayırdılar ve ellerine tren biletlerini ve kumanyalarını verdiler. Tahir ve Kadir aynı şehre, Hamburg’a gittiler. Önce, ''Heim'' adı verilen yurtlara yerleştiler. Burası; 2, 4, 6 kişinin kalabileceği odalar, müşterek tuvalet, banyo ve mutfağı olan barakalar, bekârların kaldığı yurtlardı.

    Özellikle ilk yıllarda, önemli zorluklar çekmişlerdi. Yabancısı oldukları ve dilini bilmedikleri bir ülkede, tanımadıkları insanlarla muhatap olmuşlardı. Sosyal, kültürel ve ekonomik anlamda büyük bir yabancılaşma yaşamışlardı. Elektriği, teybi, televizyonu görmüşler, kısa sürede kanıksamışlardı.

    Bir yıl boyunca köyleri ile hiç irtibat kuramamışlar, doğup büyüdükleri köylerini çok özlemişlerdi. İzin gününü iple çektiler.

    İş bulmakta hiç zorlanmadılar. Kimileri yeraltı maden ocaklarında, kimileri de ağır sanayi tesislerinin en kötü ve pis işlerinde çalışıyordu.

    Aldıkları ücretin büyük bölümünü biriktirmek için her türlü fedakârlığı yapıyorlardı. Yemiyor, içmiyor, sadece para biriktirip bir müddet sonra köylerine dönmeyi hayal ediyorlardı.

    Zaman yaşayana hızlı, bekleyene zor geçermiş. Köyde onları bekleyenler için zaman geçmek bilmiyor, her an çıkıp geleceklermiş gibi hasret dolu gözlerle köyü terk ettikleri yolu gözler olmuşlardı. Bir müjdeli haber bekliyorlardı.

    Nihayet bekledikleri müjdeli haber köyün çocuklarından gelmişti. Bir grup çocuk nefes nefese Hacı Yunus’un evinde aldılar soluklarını,

    Müjdemizi isteriz. Oğulların otobüsten indiler.

    Tahta valizlerle ayrılan Tahir ve Kadir, ellerinde sımsıkı tuttukları deri valizler ile köye doğru geliyorlardı.

    Çocuklar; umdukları bir avuç kuru üzüm bahşişini daha alamadan, ev halkı heyecanla yollara düşmüştü bile.

    Aradan bir yıl geçmişti ama Almanya’nın sanayi şehri Hamburg’dan sonra köyleri gözlerine bambaşka görünmüştü. Giyindikleri elbiseler dahi köyün konseptine uymuyordu. Başlarında fötr şapka, üzerlerinde mavi gömlek, fiyakalı ceket, bellerinde kemer, kumaş pantolon, ayaklarında ise topuklu deri ayakkabı, ellerinde ise deri kaplı büyük bavulları vardı. Sanki apayrı dünyaların insanlarıydı.

    Önce babası, annesi ve kardeşleri ile hasretle kucaklaştılar.

    Özlem, sevginin cevheridir. Ayrılığın şiddeti ise vuslatın kıymetini artırır. Yeter ki hasretin içerisinde firaklar olmasın.

    Tahir’in 3 yaşına gelmiş oğlu, babasını tanıyamadı. Ondan uzak durdu. Kayın babasından ve annesinden utanan eşi; mutluluk ve sevincini, göz bebeklerine yüklediği ışıltının kollarına hapsetmiş, tüm heveslerini geceyi örten karanlığın altına saklamıştı.

    Sevgi selinin hoşnutluğu ile sarhoş olan Tahir; meraklı gözlere soru hakkı tanımaksızın, Almanya maceralarını ballandıra ballandıra anlatmaya çoktan başlamıştı. Bu arada, getirdiği teybin ses kayıt düğmesine çaktırmadan basmıştı. Kısa süre sonra kaydı durdurdu. Etrafını çeviren kalabalığa, gurur ve kibrin en üst perdesinden seslendi.

    Buna teyp diyorlar. Şimdi size az önce konuştuklarınızı dinleteceğim.

    Basar teybin Play düğmesine. Herkes şaşkınlık, korku, panik ve dehşet içerisindedir. Teybin içerisinden gelen sesler, az önce konuştuklarının bire bir aynısıdır.

    Yıl 1967, bir zamanlar Avrupa’yı korkudan titreten, dünyaya medeniyet götürmekle övünen, mazlumların dostu, zalimlerin korkulu rüyası Osmanlı’nın öz evlatları, ilk defa teyp ile tanışıyordu.

    Tahir’in sesi bozdu uğultuyu ve karmaşayı: Alaman gavuru yapmış bunu, istersen şarkı söyletirsin istersen sesini kaydedersin.

    Bu arada Tahir’in eşi Döndü (Döndü, ailenin 4. kızıdır. Baba, şiddetle erkek çocuk bekler, son doğan kızının adını ‘Döndü’ koyar ki sonraki oğlan olsun); sanki çok ayıp bir şey yapıyormuş gibi sıkıla utana evine 200 metre uzaklıktaki köy çeşmesinden, güğümlerine su doldurmaktadır.

    Sıcak su ne gezer. Ocağı yaksa, malumun ilanı olacak.

    Kim demiştir geceler uyumak içindir. Gece olur misafirler gider el ayak çekilir. Tahir, eşi ve oğlu ahır sekisinden¹² bozma tek göz odasına çekilir. Gündüz yapmaktan utandıkları çekindikleri şeyleri özgürce yaparlar. Konuşurlar, koklaşırlar.

    Paraya uzak olanlar, doktora ve Allah’a yakın oluyorlar. Döndü; 3 defa düşük yapmış ve 4. çocuğunu da doğduktan sonra kaybetmiştir. Son çocuk hayata tutunsun diye babasının adını koymuştur. Oğul Tahir, artık uyumuştur.

    Özlüyorsan, seviyorsun demektir. 1 yıl ayrı kalmanın şehveti, gecenin koyu karanlığına özlem olur sevgi seli gibi akar. Gecenin gündüze hediye ettiği sürpriz meyvesi, binlerce kardeş adaylarını eleyerek birinci gelme başarını gösteren bir öykünün başlangıç hikayesini oluşturur.

    Ne Tahir bunun farkındadır ne de Döndü. Kader ağlarını örmeye başlamıştır.

    DOĞUM VE BEBEKLİK

    Düşünüyorum öyleyse varım. (Descartes)

    Sayılı gün çabuk geçti. 1 aylık izin süresi doldu ve ayrılık vakti geldi. Vedalaşma, helalleşme seremonisi biter. Baba Tahir; elinde valizi, içende zapt edemediği buruk sevinciyle Almanya yolculuğuna çıkar.

    Döndü’nün payına yine eş hasreti düşer. Onu en çok kahreden şeyse bilinmezlik. Mektup yok, telefon yok, haberleşme yok. Sabır var, ümit var, çaresizliğe teslimiyet var, kadere rıza gösterme var.

    Çilekeş köy kadınları, eşini gurbeti gönderen Döndü; biri karnında diğeri 3 yaşında çocuğu ile yemek yapmak¹³, sofrayı kurmak, sofrayı kaldırmak, bulaşıkları yıkamak, tarlada çalışan erkeklere azık hazırlamak, ev-avlu-hayat temizlemek, çeşmeden su getirmek, çamaşırları yıkamak¹⁴, sabah akşam hayvanların sağımını yapmak, evde kalan hayvanların altını temizlemek, samanlarını vermek, hayvan dışkılarını sobaya girecek büyüklükte yuvarlayarak tezek haline gelmesi için bahçe duvarına yapıştırmak, kuruyanları depoya çekip istiflemek, evine 1 km mesafedeki bahçesine yaya giderek sebze dikmek, sulamak ve çapalamak, gelirken biçtiği otları doldurduğu çuvalı sırtlayıp getirmek, kış için gerekli olacak gıdaları depolamak, bu kapsamda üzüm kurutmak, üzüm ve domateslere hevenk örüp tavana asmak, buğdayı sokuda yarma, el değirmeninde bulgur ve yarma haline getirmek, yün eğirmek, çıkrıkta iplik haline getirmek, ipliği boyamak, halı-kilim tezgâhını kurmak, minder yastık halı gibi dokuma işleri yapmak, ağlayan çocuğu susturmak, emzirmek, altını değiştirip uyutmak, hastalığı ile ilgilenmek sıradan yaptığı işleriydi.

    Geceler de olmasa 5 dakika dinlenmeye fırsatı yoktu. Bu ağır iş yükü nedeniyle daha önce 2 düşük yapmıştı. Çaresizlik sarmalına dolanan insan ruhunun elinden ne gelir.

    Bu iş yüküne karşın; köy kadınlarının kocalarından, kız çocuklarının ise babalarından ve erkek kardeşlerinden yedikleri dayaklar da cabasıydı.

    Buna rağmen erkek çocuklarına, soyun devamı ve gücün temsili gözüyle bakıldığı için kız çocuğunun toplum içinde pek değeri olmazdı. Kız çocuklarına ve kadınlara eksik ya da saçı kesik derlerdi. Babadan kalan mirasta, erkeğin hakkı olduğu düşünülürdü. Kıza giden miras ele¹⁵ gitmiş kabul ediliyordu.

    Döndü; 12 hafta içerisinde hamile olduğunu fark ediyor ancak bunu hiç kimse ile paylaşmıyordu. Bu sırrını uzun süre saklayamadı çünkü, eşi ile izne gelen Kadir’in eşinin de (eltisinin) hamile kaldığını öğrendi. Kısa süre sonra, köydeki diğer hamile kadınların isimleri dalga dalga yayılmaya başladı.

    Olur şey değil, böylesi ne görüldü ne de duyuldu. 1967 Haziran-Temmuz gecelerinin, mevsim şartlarının çok üzerinde geçtiği, kısa sürede anlaşılmıştı. 200 hanelik köy nüfusunu oluşturan kadınların neredeyse yarısı hamile kalmıştı. Almanya, köye bereket getirmişti.

    Bir taraftan köy halkına nüfus patlamasını yaşatacak bereketli günler yaşanırken, bir taraftan da erik ve kayısı ağaçlarındaki meyveler daha çağla aşamasında bitirildiği için kış günlerinin vazgeçilmezi kurutmalık ve reçellik meyve kıtlığı baş göstermişti.

    1968 Mart ayına gelindiğinde; doğum yaptırmakta uzmanlaşmış köyün ebesi, taleplere yetişemez hale gelmişti. Mart ve Nisan aylarında, tüm zamanların rekorunu kırmış, aldığı hediyelere, bahşişlere koyacak yer bulamamıştı.

    Kadir’in eşi kız doğurmuş, doğumu yaptıran ebe; Allah’ın takdiri yavrum, kız da olsa evlat… diyerek anneyi teselli etmeye çalışmıştı.

    Döndü’nün de sancıları başlamıştı. Ebe; tüm hazırlıklarını yapmıştı ancak, uzun süren sancılı ve gergin saatler sonrasında, ebe kesin kararını vermişti. Çocuğun kafası hazneden geçmeyecek kadar büyüktü. Acilen hastaneye götürülmesi gerekiyordu.

    Beni taşıyacak olan leylek henüz havalanmamıştı.

    Komşunun at arabası hazırlandı. 10 km uzaklıktaki Kırşehir Hastanesine ulaşılmak üzere gece vakti yola çıkıldı. Zorlu yolculuk sonrasında, acil kapısından giriş yapıldı. Nöbetçi doktor çağrıldı. Vakum yardımıyla doğum gerçekleştirildi. Bebeği, kıl payı Azrail’in elinden almayı başaran, anneyi de rahatlatan doktor ve hemşireler, iyi bir iş çıkarmanın verdiği huzurla derin bir nefes almışlardı.

    Dünyada gurur duyabileceği hiçbir şeyi olmadığını düşünen kadınlar çareyi, annelik ve doğurganlık meziyetinde, dünyaya getirdiği bebeğinde arardı. Bu da AŞK Tanrıçasının bir hilesi olsa gerek. Anne rahatlamış, çocuk sağlıklıydı. Nur topu gibi değil, mosmor da olsa erkek çocuk doğurduğunu öğrenen anne, çektiği tüm sıkıntılarını ve acılarını unutmuş, gözlerinden mutluluk parıltıları yayıyordu. Gece vakti kendisini hastaneye yetiştirenlere, doktora ve hemşirelere minnet duyuyor, bir an önce evine dönmekten başka bir şey düşünmüyordu.

    Doğuma refakat eden hemşire çocuğa verilecek ismi Doğum Raporu’na şerh etmişti. Muhtemelen, ailesine de bildirmişti ancak, dikkatlerden ve gözden kaçan bu küçük ayrıntı, bebeğin tüm hayatını etkileyecekti.

    Köyde, aile büyüklerinin adını çocuğa koymak adettendi. Böylece dedelere ve ninelere hem torun hem de adının yaşatılması sevinci ve gururu bahşedilmiş olunurdu. Kadir’in kızına, babaannesinin adı Fatma ismi verilmişti. Hastaneden gelecek haberi endişe ve kaygılarla bekleyen Hacı Yunus; erkek torununu kucağına aldığında, ağzından yayılan mutluluk halkaları tüm yüzüne yayılmıştı.

    Narin bir çiçeği koparmaktan sakınan gerginlikle, bebeği iki kolunun arasına aldı. Bebeğin sağ kulağına ezan okudu, sol kulağına ise üç defa kendi adı olan Yunus ismini söyledi.

    Annem, çok hareketli bir çocuk olduğumu, bıraktığı yerde asla bulamadığını, bazen ahır sekisinde, bazen hayvanların arasında, bazen de koyunlar için konulan su leğeninin içerisinde su ile oynarken bulduğunu söylerdi.

    Bebeklik döneminde iki defa ölüm tehlikesi atlatmışım. İlk ölüm tehlikesini henüz kundakta iken yaşamışım. Annem bunun kendi hatası olduğunu söylerdi. Sık sık ağladığım için hasta olduğumu düşünerek komşu tavsiyesi alır. Her ağladığımda, rahatlatmak amacıyla anason çayı verdiğini, bir müddet sonra göz bebeklerimin kaybolduğunu fark ederek, önceki bebekleri gibi ölmek üzere olduğuma inanır ve o tarihte köyün imamı olan Bilal Amcama Kur'an okutur.

    Amcam; Bu çocuğa ne yaptın? diye sorduğunda, anason içirdiğini söyler. Amcamın Sakın çocuğu sarhoş etmeyesin sözü karşısında kendine geldiğini, yaptığı şeyin farkına vardığını, amcam evden çıkınca hızla kundağımı çözdüğünü, her iki gözümün sağa sola kaydığını, vücudumdan buharlar şeklinde terler boşaldığını anlatırdı.

    Ölümle burun buruna geldiğim ikinci olayda ise annem hayvanları sağmak ve yemlerini vermek için ayrıldığını, tekrar döndüğünde beni göremediğini, büyük bir telaşla etrafı aramaya başladığını, her zaman bulduğu yerlere tek tek baktığını ancak bulamayınca paniğe kapıldığını, hiç ihtimal vermediği halde bir ümit evin damına çıktığını, beni evin toprak damında emeklerken görünce hem çok sevindiğini, hem çok şaşırdığını, hem de çok korktuğunu, kendisini görünce şımarıp oyun yapmak için ondan kaçtığımı, damın uçurumundan düşmek üzereyken son anda sırtımdan yakaladığını anlatırdı. Dama, evin arkasına dayalı 23 metre uzunluğundaki tahta merdivenle çıkıldığını, o ağaç merdivene nasıl tırmandığımı bir türlü anlayamadığını söylerdi.

    Annemin, ölümle yaşam arasında gidip geldiğim bu olaylar sonrasında, beni kaybetmekten çok korktuğu kesin ancak, ben hiç hatırlamıyorum bile. Bilincim yerinde olsaydı korkardım. Ölseydim bu olay ilk zamanlar annemi çok derinden üzecek ama zamanla diğer kaybettiği çocuklarında olduğu gibi acısını unutacak ve kanıksayacaktı. Ya ben, hiçbir şeyin bilincinde dahi olmayacak, bu kitapta geçen olayları ise asla yaşamayacaktım.

    Her insanın yaşam sürecinde, ölümle burun buruna geldiği anları/anıları mutlaka olmuştur. Hayatta

    Enjoying the preview?
    Page 1 of 1