Discover millions of ebooks, audiobooks, and so much more with a free trial

Only $11.99/month after trial. Cancel anytime.

Emine Adalet
Emine Adalet
Emine Adalet
Ebook364 pages4 hours

Emine Adalet

Rating: 0 out of 5 stars

()

Read preview

About this ebook

İşgal altındaki İstanbul'da dans tutkunu genç bir kız, babaannesiyle yaşıyordu. Saraylı hanımlardan figürler öğreniyor, kendi kendine çalışıyor, gece gündüz ünlü bir dansçı olmanın hayalini kuruyordu. Bir gün kapı çalındı ve Almanya'dan yakışıklı bir misafir geldi. Emine Adalet, Harry Pee adlı bu genç adamdan hem dans dersleri alacak hem de ona gönlünü kaptıracaktı. Emine Adalet, "Kara Kâküllü Kız" olarak Anadolu turnelerine çıkmaya başladı ama hayalleri çok daha büyüktü. Rodos'a, Mısır'a, ardından Avrupa'ya gitti. Konya'da Atatürk'ün karşısında zeybek oynadı, Kahire'de Ümmü Gülsüm'le sahneye çıktı, Berlin'de Hitler'in karşısında dans etti. Avrupa'nın en ünlü gece kulüplerinde "İstanbul'un Gülü" olarak tanıtıldı, filmlerde oynadı. Kurduğu ilişkileri casusluk için kullandı ve "Türk Mata Hari" olarak anıldı. Gazeteci Şaziye Karlıklı, Emine Adalet Pee'nin aşkla ve dansla dolu tutkulu yaşamının izini sürdü ve bir roman tadında kaleme aldı.
LanguageTürkçe
Release dateJun 5, 2024
ISBN9786050969184
Emine Adalet

Related to Emine Adalet

Related ebooks

Reviews for Emine Adalet

Rating: 0 out of 5 stars
0 ratings

0 ratings0 reviews

What did you think?

Tap to rate

Review must be at least 10 words

    Book preview

    Emine Adalet - Şaziye Karlıklı

    Emine Adalet

    Kara Kâküllü Kız

    DOĞAN KİTAP TARAFINDAN YAYIMLANAN DİĞER KİTAPLARI:

    https://www.dogankitap.com.tr/yazar/saziye-karlikli

    EMİNE ADALET

    Kara Kâküllü Kız

    Yazan: Şaziye Karlıklı

    Editör: Sıla Arlı

    Yayın hakları: © Doğan Egmont Yayıncılık ve Yapımcılık Tic. A.Ş.

    Bu eserin bütün hakları saklıdır. Yayınevinden yazılı izin alınmadan kısmen veya

    tamamen alıntı yapılamaz, hiçbir şekilde kopya edilemez, çoğaltılamaz ve yayımlanamaz.

    Dijital yayın tarihi: /Kasım 2020 / ISBN 978-605-09-6918-4

    Kapak tasarımı: Serçin Çabuk

    Kapak fotoğrafı: Münchhausen filminden bir kare.

    Doğan Egmont Yayıncılık ve Yapımcılık Tic. A.Ş.

    19 Mayıs Cad. Golden Plaza No. 3, Kat 10, 34360 Şişli - İSTANBUL

    Tel. (212) 373 77 00 / Faks (212) 355 83 16

    www.dogankitap.com.tr / editor@dogankitap.com.tr / satis@dogankitap.com.tr

    Emine Adalet

    Kara Kâküllü Kız

    Şaziye Karlıklı

    Önsöz

    Bir zamanlar nefes almış, gülmüş, ağlamış, yaşamış ama artık olmayan birinin hayatını kurcalamanın huzursuz edici bir yanı var. Kurmaca bir karakter inşa ederken olduğu gibi sınırsız olmanın imkânı yok. Hele de kendi dünyanızda özel hayatlara mesafeli durma alışkanlığınız varsa, bir insanın hikâyesini hem araştırır hem yazarken tuhaf bir utangaçlık hissediyorsunuz. Mesafeyi korumak, bütün sübjektif duygulardan arınmak için de sürekli bir temkinli olma haliyle karşı karşıya kalıyorsunuz.

    Emine Adalet Pee’nin yaşamöyküsünü yazarken hissettiklerim, bunlardı. Emine Adalet bir hekim, bir ressam, ne bileyim, bir işçi olsaydı belki biraz daha kolay olabilirdi, çünkü daha en başından kabul görürdü. Oysa o bir dansöz olarak ötekilerdendi. Limonatalı kuru pastalı düğünlerdeki aile babalarının, çoluk çocuğun gözü önünde sutyenlerine, külotlarına para sıkıştırdığı dansözler, masada oturup göz süzerek kocasını onayladığını belirten annelerden farklıdır. Bir dansöz hikâyesi yazarken, bu öteki olma hali bu sefer de başka bir sorunu beraberinde getiriyor. Bu önyargılara karşı onu savunmak istiyorsunuz ki bu hiç de hakkınız olmayan bir korumacılık rolünü üstlenmenize yol açıyor.

    Emine Adalet Pee’yi yazarken karşılaştığım en temel güçlükler bunlardı. Yargılamadan, korumadan, belli bir uzaklıktan onun hayatına bakabilmeyi sanıyorum başarabildim ya da en azından denedim.

    Hikâye ilerlerken bile karşımda daima bir dansöz olma hevesindeki küçük bir kız çocuğu duruyordu. Vazgeçilemez şiddetteki bir arzuyla çok açıktır ki hiçbir baskı altında kalmadan (ki genellikle dansöz hikâyelerinde o yola başkalarının marifetiyle düşürülmek meselesi vardır) çocuk yaşta seçmişti dansözlüğü.

    14 yaşında çıktığı Anadolu turnelerinde yitip gitmeden, dünyaya açılabilen, dönemin en zalim ama güçlü adamı olan Adolf Hitler’in karşısında dans edebilecek seviyeye ulaşabilmesi de hiç kuşkusuz bir dansçı olarak başarısını gösteriyor. Ama aynı zamanda 14 yaşındaki o kızın her türlü örselenmeye rağmen ayakta kalabilme becerisini de sergiliyor.

    Hikâye boyunca, kırılgan bir kız çocuğundan femme fatale bir kadının doğuşunu izliyoruz. Anadolu’da Kara Kâküllü Kız olarak içinde masumluk da barındıran bir unvanı varken, Avrupa’da bu, Letzte Tochter des Harems ve Die Rose von Stambula yani Haremin Son Kızı, İstanbul’un Gülüne dönüşüyor. Casusluk meselelerine bulaşması da İstanbul’un Gülü olduğu zamanlara dayanıyor. Casus olduğunun bilinmediği, sadece Avrupa’da dansözlük yaptığının bilindiği zamanlarda Emine Adalet pek de itibar görmemiş. Ne zaman ki hayatının bu büyük sırrını yaşlanıp, sahnelerden çekilip hikâyesini anlatmaya başladığında açık etmiş, işte o zaman baş tacı edilmiş. O andan itibaren Türk Mata Hari’si olmaya hak kazanmış.

    Emine Adalet’in hayatındaki bütün önemli olaylar onun anlatımına dayanıyor. Gazetelere, dergilere yaptığı açıklamalar kitabın yazılmasını kolaylaştırdı. Onun izini aynı zamanda yurtdışında ve Türkiye’deki sahne ve sinema haberlerinde de sürmek mümkün oldu. Bu renkli hayatı kurmaca olarak detaylandırmak geniş bir arşiv çalışmasını gerekli kıldı. Dönemin yaşam koşulları, dansları, müzikleri, kulüpleri, sineması, siyaseti, varlığı, yokluğu, seyahatleri, savaşları ve erkekleri bu kitabı inşa etti.

    Belirtmek isterim ki, dayanışma olmadan hiçbir şey yapılamıyor. Bu kitap için desteklerini esirgemeyen araştırmacı, yazar Gökhan Akçura’ya teşekkür etmek isterim. Gazeteci arkadaşım Nuray Soysal’a da bir teşekkür borcum var. Her aşamada bana yol gösterici oldu. Tabii ki sevgili ailemin desteği her zamanki gibi kocamandı.

    Asıl büyük teşekkür, elbette ki, bize eşsiz hikâyeler bırakıp giden kadınlara. Onların unutulmasına izin vermemeliyiz.

    Ayvalık, 2019

    Bir gemi... İki gemi...

    Rahime Hanım, ayna karşısından bir türlü ayrılmayan torununa, canı sıkkın seslendi:

    Adaleeeet! Haydi kızım, geç kalacağız...

    Aynadan Adalet’in omzunu silkerek, Babaanne, az kaldı bekle derken, telaş etmeksizin uzun siyah saçlarını taramasını seyretti. Omzunu inatla hareket ettirişi ne kadar da babasına benziyordu, bir de kuzguni saçları. Değişik bir havası vardı Adalet’in; ki bu güzellik değildi, daha çarpıcı, farklı, tarif edilemeyen bir gösterişi vardı.

    İki oğul doğurmuştu Rahime Hanım. Büyüğü, Almanya’da bir kızla evlenip gitmişti buralardan. Küçük olanı, Hayri’si onun yanından ayrılamazdı. Evlendiğinde bir ev kiralayalım demişlerdi de nasıl da yanlarında oturmak için ısrar etmişti. Ama ah şu savaş...

    Rahime Hanım eskileri düşünmekten kaçınıyor, üzüntüleri depreşmesin diye oyalanacak bir şeyler illa ki buluyordu. Ama bugün elinde değildi, nereye baksa, eli neyi tutsa geçmişi düşünmeden edemiyordu.

    1918 Kasımı’nı, o soğuk günü hatırladı, yeniden üşüdü. Dışardan uzun uzun, sanki hiç susmayacakmış gibi çalan gemi düdüklerini duydukları ana döndü. Pencereye koştuklarında yabancı gemileri görüp nasıl da bakakalmışlardı. Önce biri, arkasından üçü, beşi, onu derken deniz mahşer yerine dönmüştü. Evdekilerin telaşını anlayamayan minik Adalet saatlerce yorulmadan bu resmigeçidi seyretmişti. Ne zaman alkışlamaya kalksa, babaannesi ellerine vurmuştu ama altı yaşındaki küçük kız el çırpmaktan vazgeçmemişti. Henüz ona kadar sayabildiğinden Bir gemi... İki gemi... diye saymaya başlıyor ama bir türlü gemilerin hepsini bildiği sayılara yerleştiremiyordu.

    Minik kızın hepsini sayması elbette mümkün değildi. O kadar çok düşman gemisi vardı ki, 61’e kadar sayamazdı. Altı yaşındaki zihninin, o gemilerle birlikte hem kendisinin hem de ailesinin kaderinin değişeceğini kavrayamayacağı gibi...

    Adalet’in neşeyle sayı sayması hesaba katılmazsa, evde çıt çıkmıyordu. Gelini Nigâr ağlıyordu ama her zamanki gibi bunu büyük sessizlikle yapıyordu. Kocası Memiş Efendi, akşam ezanı okunduğunda, namaza hazırlanırken, Marmara’ya bakan pencerenin üstündeki Kur’an-ı Kerim’i aldı ve sağ tarafa, duvara dayalı konsolun üstüne yerleştirdi. Kendisine endişeyle bakan gelini ile karısına, Namazınızı bunlar gidinceye kadar kıbleye karşı kılmayacaksınız. Kıbleyle aramıza düşman girdi. Caiz değildir dedi. Yaşlı adam arka odaya namaza giderken gelini ve karısı şaşkın ve üzgün, konsola doğru namaza durdular.

    Adalet’i yatırdıktan sonra kocası ve gelini Nigâr’la yaptıkları planı dünmüş gibi hatırlıyordu. İşgal durumunda şehirde nasıl bir yokluk olacağını biliyorlardı. Şimdiden tedarikli olmalıydılar. Odun ihtiyaçları yoktu, yazdan alıp kuruttukları odunu idareli kullanırlarsa kışı geçirebilirlerdi. Ama daha önceki kışlarda olduğu gibi fakir fukaraya acıyıp odun veremezlerdi. Ellerindeki ancak kıtı kıtına yeterdi. Tarhana, turşu, nohut ve pirinçleri vardı. Ama pek az unları kalmıştı. Zaten un çok zor bulunduğundan fiyatı çok artmıştı ama çare yoktu, yakında hiç bulunamayabilirdi. Bol patates ve soğana ihtiyaçları vardı. Gelini, Kavurma da alın dedi. Adalet’in et yemesi lazım. Sonra bir koşu mutfağın yanındaki kilere gitti ve içeriden seslendi, Şekeri unuttuk diye.

    Ertesi gün Memiş Efendi, karısı ve gelininin hayır dualarıyla Eminönü’ne gidip un bulabilmek ümidiyle erkenden çıktı evden. Akşam olduğunda yaşlı kadın bir yandan pencerede kocasını bekledi, bir yandan da işgal gemilerini seyredip beddualarına devam etti, durdu.

    Uzaktan Memiş Efendi’yi, genç bir hamal çocukla yokuşu tırmanırken gördüğünde ferahladı. Kocası bir çuval unu sırtlanmıştı. Elindeki file de doluydu. Hamal çocuğun küfesi ağır olmalıydı ki, genç yaşına rağmen Memiş Efendi’den bile yavaş yürüyordu. Eh, en azından mutfakları boş kalmayacak, ocakları tütecekti.

    Rahime Hanım’dan önce Adalet koşup açtı kapıyı. Dedesinin paltosunun cebinden küçük kız için karamelli şeker çıkmıştı. Sevinçle dedesinin boynuna sarıldı. Ama dedenin bir şartı vardı, Adalet şekerleri arka odada yiyecek, sessiz ve uslu duracaktı. Memiş Efendi, satın aldığı erzak kilere yerleştirilmeden önce başına gelenleri ve çarşıda duyduklarını merakla bekleyen kadınlara anlatmaya başladı.

    Un bulduklarına şükretmeleri gerekiyordu. Herkes dükkânlara hücum etmişti. Bir nümayiş çıkmasından korkan zaptiye, halkı dipçik tehdidiyle sıraya sokmuştu. O kargaşada genç bir adam onu itince Memiş Efendi zaptiyenin üstüne düşmüş, neyse ki zaptiye durumu anladığından kendisine hiddetlenmemişti. İngiliz askerlerinin bu kargaşayı uzaktan gülerek seyretmeleri kanına dokunmuştu. Neler dediklerini anlamamıştı ama can havliyle evlerinin erzağını tamamlamak isteyen zavallı insanların çaresizce didişmeleriyle alay ettikleri açıktı. Neyse ki kavurma da bulmuştu, şeker de. Ama fiyatları öyle bir artmıştı ki, ertesi gün gitseydi belki de parası yetmeyecekti.

    Fakat Memiş Efendi içine su serpen havadisler de almıştı. Söylendiğine göre bu işgal geçiciydi. İdare hâlâ Babıâli’deydi. Savaş sona erdi, deniyordu. Askerler terhis edilecekti. Yani Hayri de çok yakında eve dönerdi. Yaşlı adam gülerek ekledi: Bir de kadın olacaksınız, sabun ısmarlamadınız ama ben aldım. Yüzü pembeleşen Nigâr, sevinçle kaynanasına sarıldı. Sabun değildi elbet onları sevindiren, Adalet’in babasının dönecek oluşuydu.

    Keyifle kileri doldurdular ve yataklarına çekildiler. Aile bir gece öncesinin aksine huzurla uyumuştu. Herkesin rüyasına terhis olup da gelecek olan Hayri girmişti. Savaş bitti, mütareke¹ yapıldı deniyordu. Ama savaş zamanlarında hep böyle bitti denirdi. Rahime Hanım için savaş, ancak oğlu döndüğünde sona erecekti. O yüzden de inanıp sevinesi gelmiyordu. Kocası Memiş Efendi gazeteleri her gün takip ederdi. Ordunun terhis edildiği haberleri her gün çıkmaya başlamıştı. Her seferinde kocası bu haberleri ona sesli okuyunca kadının yüreği hop ediyordu. Demek gerçekti, Hayri’si dönecekti.

    Yorgun askerler şehre dönmeye başladığında, sabah namazından yatsıya kadar vaktini pencere önünde geçiriyordu ki, oğlunu yolun başında görsün de kapıda karşılasın.

    Memiş Efendi her gün Galata tarafına iniyor, şehirden haberler getiriyordu eve. Suriçi’ne Fransızlar yerleşmişti. Galata, Pera ve Şişli’de de İngilizler vardı. Üsküdar İtalyanlara kalmıştı. Şehirde bazı azgınlıklar olmuyor değildi. Ama yine de asayiş berkemal sayılırdı. Zaten işgalin birkaç ay sonra biteceği söyleniyordu.

    Rahime Hanım ile Nigâr, işgalci askerlerin şehre girmesinden beri kendi sokaklarındaki komşuları ziyaret etmekten öteye gidememişlerdi. Bir ara, Hayri’nin sağ salim dönebilmesi için Eyüp Sultan Camii’nde dua etmek istedilerse de buna cesaret edemediler. Eyüp’e gitmek için önce İngilizleri sonra Fransızları geçmek zorundaydılar. Kadınlara sarkıntılık edildiğine dair haberler duymuş, ürküyorlardı.

    Bir tek Adalet dedesiyle bir seferinde Eyüp’e gitmişti. Dedesi oradaki oyuncakçılardan üfleyince ses çıkaran testilerle zilli teflerden almaya söz vermişti çünkü. Küçük kız, camide namaz kılan dedesini avluda bekledi. Memiş Efendi çıktığında onun elinden tutup cami bahçesinin dört tarafındaki çeşmelerden üç avuç su içip dua etti. Babasının bir an önce gelmesini, annesinin bu kadar çok ağlamamasını diledi.

    Kırmızı renkli testisini öttürüp de çıkan seslerle neşelenen ve Eyüp sokaklarında dans eder gibi seke seke yürüyen küçük kız, maalesef evine ağlamaktan şişmiş gözlerle döndü. Fransız üniformalı Senegalli bir asker, sokaklarda dans ede ede yürüyen küçük kızı pek sevimli bulunca yanağını sevmeye kalkmıştı. Adalet de basmıştı yaygarayı. Asker Bak, ben Müslüman... filan dese de kâr etmemişti küçük kıza. Zaten bir daha da dedesine Beni de götür diye tutturmadı. O da annesi ve babaannesi gibi kendi mahallesinde hapisti.

    İşgal gemilerinin gelmesinin üzerinden iki ay kadar geçmişti ki, Adalet’in babası bir sabaha karşı çaldı kapılarını. Rahime Hanım sabahla yatsı arasında nöbete durmasına rağmen oğlunun gelişine uykuda yakalanmıştı.

    Hayri Bey, 1919 yılı Ocak ayının buz gibi soğuğunda, titreyerek girdi içeriye. O yakışıklı çehresi kararmış, derisi soğuktan yer yer soyulmuştu. Birbirine karışmış saçı ve sakalıyla bir Osmanlı mülazımından çok meczuba benziyordu.

    Kapı vurulduğunda, korkuyla kalkmışlardı yataklarından. Memiş Efendi Kimdir o? diye seslendiğinde Hayri’nin Baba, aç, benim diyen yorgun sesi gelince Rahime Hanım ile Nigâr’ın eli ayağı kesilmişti.

    Hayri’nin içeriye girmesiyle bayram yerine dönen evde bir telaş başladı.

    Nigâr sobayı harlayıp üstüne bir kazan su koydu ki kocası yıkanıp paklanabilsin. Memiş Efendi ise oğlu bu melun savaştan sağ salim çıktı diye sürekli dua ediyordu. Rahime Hanım yavrusunun içi ısınsın diye tarhana pişirmeye koştu. Çorbayı karıştırırken, Allah’a şükrediyor ve kendisine kızıyordu. Nasıl olup da Hayri’sine ölümü yakıştırmış, onun savaştan sağ salim dönemeyeceğine kendisini inandırmıştı. İyi ki Allah’ın gücüne gitmemiş de oğlunu sağ salim yuvasına kavuşturmuştu.

    Adalet gözleri mahmur kalktığında, babasıyla dedesini bugünler için, kilerin bir köşesindeki bez torbada sarılıp saklanmış kahve çekirdeklerinden çekilmiş taze kahveyi içerken buldu. Tanımayan gözlerle baktı genç adama. Baban geldi kızım dediklerinde, omzunu silkerek kapının arkasına saklandı. Dedesi, fark ettirmeden oğlunun cebine karamelli şekerlerden koydu. Az sonra Adalet ağzını şapırdatarak, babasının kucağında şekerlerini yiyordu.

    Sadece onun değil, bütün ev ahalisinin ağzının tadı yerine gelmişti.

    Gel gör ki bu yalancı huzur çok sürmeyecekti. Çok geçmeden anlaşıldı ki, işgalciler gitmeyecekler, aksine İstanbul’a iyice yerleşeceklerdi.

    1919 yılının kışında, işgalci askerlerin bir yıl öncesinde Galata kerhanelerinde başlayan azgınlıkları artık tüm şehre yayılmıştı. Küçücük çocukları sadece baktılar diye dipçiklemekten kadınlara sarkıntılık etmeye kadar olmadık rezillik kalmadı. İnsanlar yol üstünde işgalci askerlere rastladıklarında göz göze gelmemeye çalışıyorlardı. Yan baktın diye dayak yiyen, göz altına alınan çoktu.

    Üstüne üstlük bir de görülmemiş bir yokluk başlamıştı. Hükümetin İstanbul için stokladığı bütün ihtiyaç maddeleri erimişti. Karaborsaya parası yetmeyenler, neredeyse açlıkla karşı karşıyaydı. Savaştan yeni çıkmış Anadolu’da zaten hububat ekimi yok denecek kadar azdı. İstanbul’a sevk edilmesi gereken erzak, Milliciler tarafından hem işgale duyulan tepki, hem ordunun hem de yerel halkın ihtiyacı için engelleniyordu. 1914 yılında savaşın başlamasıyla artan fiyatlar işgalle birlikte iyice çığırından çıkmıştı.²

    Anadolu’da direniş ve İstanbul halkının Kuvayı Milliye’ye desteği arttıkça, işgalcilerle işbirliği yapmayan İstanbullular için hayat kâbusa dönmüştü. Diğerleri için, yani evlerini, ocaklarını işgalcilere açan, kurtuluşu onlarda görenler için ise hayat bayağı keyifliydi. İngiliz Yüksek Komiser Yardımcısı, Askeri Ataşe Harron Armstrong anılarında işgal İstanbulu’ndan hoş hatıralara yer veriyordu.

    Şişli taraflarında Türk hanımlarının da katıldığı çay partileri veriliyordu. Gerçi böyle şeyler yasaktı. Fakat özgürlüklerine kavuşmak isteyen Türk hanımları çay partilerine katılıyorlardı. Bu hanımlar beni kırık dökük Türkçemle konuşturmaya özendiriyor ve çok güzel konuştuğumu söylüyorlardı. Oysa doğru değildi. Hanımlar beni öylesine övüyorlardı ki ayakkabılarımın uzadığını, mahmuzlarımın her yere takıldığını sanıyorum. Bu evler Kraliçe Viktorya stilinde döşenmişti. Odalarda birçok lüzumsuz masalar, resimler, öteberi vardı. Havadan sudan söz ettiğimiz zaman, bu alanda söylenebilecek her söz söyleniyordu. Serin odalarda hanımlar kollarını bağlayarak oturuyorlardı. Hepsi de İstanbul valisinin odasında gördüğüm hanım gibi ve nefis kokulu idi. Gözleri kara ve derindi.³

    Şişli’deki konakların dışında ise durum vahimdi. Halk açtı. Asayiş sorunları diz boyuydu. Karaborsa, hırsızlık, dolandırıcılık alıp başını gitmişti. Bütün bunların üstüne, bilhassa başta Senegalli askerler olmak üzere işgalcilerin kadınlara tecavüz ettiği yolundaki söylentiler şehirde büyük korkuya neden olmuştu.

    Asıl hadise Şehzadebaşı’ndaki Mızıka Karakolu’nda gerçekleşecek ve işgalcilerin gitmeye niyetlerinin olmadığı, yaşanan bir vahşetle anlaşılacaktı. İngilizler hiçbir neden olmaksızın, 15 Mart’ı 16 Mart’a bağlayan gece, ansızın Şehzadebaşı’ndaki karakola bir baskın düzenlediler. Çoğu mızıka takımında olan ve müzik aletlerinden başka bir şeyleri olmayan erlerin üstüne rasgele ateş etmeye başladılar. Uykuda olan ve gafil avlanan erlerden beşi şehit olmuş, onlarcası yaralanmıştı. Bu haberin şehirde yarattığı öfke ve acı büyüktü.

    16 Mart 1920 günü⁴ İstanbul’un ikinci işgali başlamıştı. Bu sefer düşman, olabilecek en vahşi yüzünü takınmıştı. İlk işgalde İstanbul’un stratejik noktaları kontrol altına alınmakla beraber, idare Osmanlı hükümetine bırakılmıştı. Ancak bu kez, idare de işgalcilerin eline geçmişti.

    Savunmasız erlere karşı girişilen bu kıyım, neredeyse bardağı taşıran son damlaydı. O zamana kadar Kuvayı Milliye hareketine katılmak konusunda kararsız olan gençler, hatta yaşlılar ve kadınlar bile direnmeden kurtulamayacaklarını anlamışlardı.

    İstanbul halkı hükümetten tepki gelmesini beklerken, sadece bir tavsiye aldı. Babıâli hükümeti şöyle bir açıklama yaptı: İstanbul bugünden itibaren ve muvakkaten askeri işgal altına alınmış ve hükümetin üstüne düşen vazifeler yerine getirilmiş olduğundan herkesin kemal-i sükûn ile iş ve güçleriyle meşgul olmaları tavsiye kılınır.

    Ardından Mustafa Kemal Paşa’nın açıklaması geldi ama bu açıklama Babıâli hükümetinden epey farklıydı: Bugün İstanbul’u zorla işgal etmek suretiyle Osmanlı Devleti’nin yedi yüz senelik hayat ve hâkimiyetine son verildi. Yani bugün Türk milleti, medeni kabiliyetinin hayat ve istiklâl hakkının ve bütün istikbalinin müdafaasına davet edildi.

    İstanbul’a iki ayrı davet yapılmıştı. Biri sükûnet diğeri ise müdafaa olan bu çağrılar, İstanbul halkını da ayırmıştı: Vatan müdafaasına gidenler ile buna karşı çıkanlar...

    Ailesine kavuşmasının üzerinden daha bir yıl bile geçmeden Hayri de Kuvayı Milliye cephesinde savaşmak için gönüllü olmuştu. Bunu duyduğu gün, dün gibi hafızasında tazeydi Rahime Hanım’ın. Oğluna Gitme! diyerek yalvarıp yakardığı zamanı hatırladı. Rahime Hanım ona gitmemesi için ısrar ettikçe, oğlu şimdi Adalet’in yaptığı gibi dik başlı bir omuz silkişiyle cevap vermişti annesine. Sonra da Adalet’in saçını ördüğü aynanın karşısına geçip kızgınlıkla saçlarını sıvazlamıştı. Sinirlendiğinde hep böyle yapardı.

    Hayri Gideceğim! dediği gün ne kayınvalidesine ne de kocasına bir kez bile bakmadan, pencerenin önündeki sedire ilişip denizi seyreden Nigâr’ın çıtı bile çıkmadı. Nasıl olur da bu kadar gözyaşı, tek bir hıçkırık sesi duyulmadan akabilirdi, düşündüğünde hâlâ şaşırırdı. Nigâr kocasına bir kez bile Kal dememişti. Annesini dinlemeyen Hayri, karısını dinler miydi? Kim bilir? Belki de Nigâr yalvarıp yakarsa kocası gitmezdi.

    O sırada küçük kız ne yapıyordu? İşte, Adalet onu hiç hatırlamıyordu. Belki de yine yan komşuları Hazım Abisine gramofon dinlemeye kaçmıştı. Ya da arka odalardan birine sinmişti.

    Memiş Efendi ise, oğlunu alıkoyamayacağını anlamış olmalı ki, korku namazına durmuştu.Esselamüaleyküm ve rahmetullah diyerek sol yanını da selamladıktan sonra yaşlı adam kalkmış, sessizce oğluna sarılmıştı. Bu sarılmanın Hayri’nin gidişine icazet vermek olduğunu anladığında kendisini nasıl da kaybetmişti Rahime Hanım. Can havliyle pencereye koşup sedirdeki gelinini itmiş, camları açıp Marmara Denizi’nde tüm haşmetiyle demirlemiş İngiliz, Fransız gemilerine doğru yollamıştı çığlıklarına karışan beddualarını. Gâvurlar! diye bağırmıştı. Aldığınız canlar yetmedi mi, oğlumu da mı alacaksınız! Allah tez zamanda canınızı alsın! Gemileriniz batsın... Sönsün ocaklarınız... Def olun gidin evinize!

    Rahime Hanım’ın sadece sokakta oynayan birkaç küçük çocuğun korkarak kaçışmasına neden olan tiz sesi gemilere kadar ulaşamadı. Oysa o gemilerin geldiği gün, o uğursuz düdükleri kadının kulaklarına ulaşıp nasıl da sağır etmişti.

    Adalet’in babaannesi ile babası da işte böyle ayrı düşmüşlerdi. Hayri Bey bir an önce Anadolu’ya geçerek Kuvayı Milliye hareketine katılmak istiyordu. Rahime Hanım ise oğlunun savaştan bu sefer sağ çıkamayacağına neredeyse emindi. İlkinde Allah’ın izniyle dönmüştü ama şimdi içindeki ses daha kuvvetliydi. Büyük oğlu ne kadar da akıllılık etmiş, Almanya’ya giderek orada evlenmişti. Oğluna, eğer işgalin rezilliklerine katlanamıyorsa, bütün bu dertler bitene kadar ağabeyinin yanına gitmesini tavsiye etti. Nigâr ile Adalet’e kendileri bakardı. Eğer bu savaş bitmez ise ne yapar eder, onları da Almanya’ya yanına gönderirdi.

    Ama nafileydi. Oğlu omuz silkmiş, onu dinlememişti. Sonra yalvar yakar olmuş ve çaresizlikten pencereden işgalcilere beddualar yağdırmıştı.

    O gecenin sabahında gitti Adalet’in babası...


    1. Mondros Mütarekesi, Birinci Dünya Savaşı sonunda Osmanlı İmparatorluğu ile İtilaf Devletleri arasında 30 Ekim 1918 akşamı imzalandı. Bu antlaşmayla Osmanlı Ordusu dağıtıldı ve silahlarına el kondu.

    2. 1914-1920 yılları arasında İstanbul’daki temel ihtiyaç mallarının fiyatlarında yüzde 1350’lik bir artış olmuş, buna karşılık aynı dönemde memur maaşlarına yüzde 50 oranında artış yapılabilmişti (Bkz. Mehmet Temel’in Mütareke Dönemi İstanbul’unda Sosyal Yaşam ve Sorunlar makalesi.)

    3. Mütareke Yıllarında İstanbul’da Hayat makalesinden.

    4. Mütarekeden sonra başlayan işgalin resmi olarak ilan edildiği tarih, İstanbul’un ikinci işgali olarak bilinir.

    5. Prof. Dr. Utkan Kocatürk’ün Atatürk ve Türkiye Cumhuriyeti Tarihi Kronolojisi kitabından, s. 142.

    6. Nutuk’un ilk cildinden, s. 418, 419.

    7. Korku namazını Hz. Muhammed ve ashabı, yani ona inananlar savaş meydanında kılmıştır. Korku içindeki kulun Allah’tan bu korkularından kurtulmayı dilemek için kıldığı namazdır. İki rekâttan oluşur.

    Kırmızı kadife kesedeki bir çift elmas küpe

    Babaanne yine dalıp gittin. Duymuyorsun beni, hazırım işte.

    Yaşlı kadını daldığı yaslı hatıralardan torununun neşeli sesi uyandırdı.

    Ayaspaşa’da Muhittin Paşa Konağı’nın yanındaki bahçeli ahşap evin kapısını kilitledikten sonra, bir eliyle çantasına sıkı sıkı sarılan Rahime Hanım, diğer elini torununa uzattı. Her zaman o eli sıkı sıkıya tutan Adalet, bu sefer belirsiz bir hareketle kendisini çekti. Babaanne ses etmedi. Belli ki kız Büyüdüm diyordu ona. Öyle ya, gelin olmasına sayılı günler vardı. Koca eli tutacak kızın, babaanne eline ihtiyacı yoktu tabii ki.

    Biri gençliğin ışıltısı ve gelecek günlerin umuduyla, diğeri ise yaşlılığın karamsarlığı ve geleceğin korkusuyla yokuş aşağı yürüyerek Fındıklı’ya doğru indiler. Tramvayla Eminönü’ne kadar gidip Cağaloğlu yokuşunu tırmanarak Taşsavaklar’da halk arasında şefkat sandığı diye bilinen Emniyet Sandığı’na vardılar. Bu, Adalet’in ilk gelişiydi ama Rahime Hanım’ın kıymetli eşyalarını rehin bırakıp borç aldığı çok olmuştu burada.

    Gişelerde sıraya girdiklerinde, bu sefer Adalet sabırsızdı. İşleri hemen biterse terziye yetişebilirlerdi belki. Sırada beklerken cebinden sık sık Yıldız dergisinden özenle kestiği sayfayı çıkarıyor ve oradaki fotoğrafa göz atıyordu. Terziden fotoğraftaki kıyafetin tıpkısını dikmesini isteyecekti. Sıra onlara geldiğinde, babaannesinin kırmızı kadife keseden çıkardığı bir çift elmas küpe ile baklava yüzüğe her zamanki gibi hayranlıkla baktı. Aslında masrafları olmasa, adı gibi emindi, babaannesi takması için ona bunları verirdi ama şimdi lazım olan paraydı.

    Yaşlı kadın alışık hareketlerle son mücevherlerini vezneye bıraktı. Kesenin dibinde kat yerleri incelmiş, rengi eskilikten sarıya çalan faturayı da uzattı memura. Elmas küpelerin takımı olan gerdanlık ve yüzüğü defalarca getirmişti buraya. Fakat sonunda Kapalıçarşı’da satmak zorunda kalmıştı. En sonunda elinde bunlar kalmıştı.

    İşleri çabuk bitti, rehin karşılığı parayı ve ödemelerini gösteren defterlerini alıp çıktılar dışarı.

    Adalet’in ısrarı bitmiyordu, vakit de vardı. Terziye gitmeye ikna oldu yaşlı kadın.

    Torunu illa ki Terzi Kalivrusu diye tutturmuştu. Bu kızın aklını hep tiyatrocu komşuları çalmıştı. Hep onlardan duyuyor, görüyordu. Neyse ki Kalivrusu’ya paralarının yetmeyeceğini yine onlar söylemişti. Aynı işi pekâlâ Mısırlı Hanı’ndaki Terzi Efiyenya da yapardı.

    Karaköy’den tünelle çıktıkları Cadde-i Kebir’de, Adalet her zamankinden farklı olarak vitrinlerde oyalanmadan babaannesini kendi genç adımlarına uydurmaya çalışıyordu. Babaannesi kendisine laf atan liseli gençlere cevap vermesini engellerken, iki ara bir derede gençlere gülümsemeden de edememişti. Erkekler onu beğeniyordu ve bu çok hoşuna gitmekteydi. Oysa geçen yıl yanından bakmadan geçip giderlerdi.

    İstiklâl Caddesi’ndeki Mısırlı Hanı’ndaki Terzi Efiyenya’ya vardıklarında, kadıncağız soluksuz kalmıştı. Yine de Adalet’in konuşmasına izin vermeden kendi girdi mevzuya. Torunum dedi, evleniyor da, biz ona bir kıyafet diktireceğiz... Terzi Efiyenya 14 yaşındaki Adalet’e göz ucuyla baktı. Adalet dergiden düzgünce kesilmiş ama sürekli o sayfaya bakıp durduğundan artık yıpranmış sayfayı uzattı Efiyenya’ya. Dergide, dansçı Josephine Baker’ın⁸ fotoğrafına şaşkınlıkla bakan kadın, Ama bu gelinlik değil ki. Ben evleneceksiniz sandım dedi.

    Babaannesi sıkıntıyla gözlerini yere dikmişken, Adalet cevapladı meraklı terziyi: Öyle ama gelinlik değil, dans kostümü için geldik.

    Rahime Hanım bilmesine rağmen için için reddettiğinden hâlâ söze dökemiyordu ama Adalet hem evlenmeye hem de dans etmeye hazırlanıyordu. Birkaç aydır bu fikre alışmaya çalışsa da aklı yatmamıştı bir türlü... Oğlu ile gelininin yadigârı güzel torunu rakkas olacaktı. Kendisini mağlup hissediyordu. Hangi babaanne torunu çengi olsun isterdi ki...

    Gene oğlu geldi aklına... Oğlu Kuvva’ya katıldıktan sonra, birkaç kez dolaylı yollardan iyi olduğu haberini almışlardı. Üsküdar’daki bir bakkala geliyordu bu haberler. Babası Memiş Efendi haftada bir uğruyordu ama sadece üç kez filan mesaj gelmişti bakkala.

    Enjoying the preview?
    Page 1 of 1