Discover millions of ebooks, audiobooks, and so much more with a free trial

Only $11.99/month after trial. Cancel anytime.

Mucize Çocuk
Mucize Çocuk
Mucize Çocuk
Ebook277 pages3 hours

Mucize Çocuk

Rating: 0 out of 5 stars

()

Read preview

About this ebook

Gim Conghun, babasının öldüğüne inanamıyor. İnsanların düşüncelerini okuyabildiğine de. Belki Albay onu biraz rahat bırakırsa annesini bulabilir. Belki de annesi yıllar önce göçmüş bir kuşun kanadındadır, kim bilir.

1984, Güney Kore'nin çalkantılı zamanları. On beş yaşındaki Gim Conghun, hastane odasında gözlerini açtığında başkalarının düşüncelerini okuyabildiğini fark eder. Trafik kazası geçirmiş, babasını kaybetmiştir. Hayatta kaldığı için, ülkede büyük üne kavuşur. O artık Mucize Çocuk'tur; gazetelere, televizyon programlarına çıkar, yeteneği devletin de dikkatini çeker. Oysa onun tek istediği hiç görmediği annesini bulmaktır.

Mucize Çocuk, Güney Kore'nin yakın tarihine bir yolculuk.
LanguageTürkçe
Release dateJun 7, 2024
ISBN9786258495867
Mucize Çocuk

Related to Mucize Çocuk

Related ebooks

Related categories

Reviews for Mucize Çocuk

Rating: 0 out of 5 stars
0 ratings

0 ratings0 reviews

What did you think?

Tap to rate

Review must be at least 10 words

    Book preview

    Mucize Çocuk - Kim Yeon Su

    Mucize Çocuk

    DOĞAN KİTAP TARAFINDAN YAYIMLANAN DİĞER KİTAPLARI:

    https://www.dogankitap.com.tr/yazar/kim-yeon-su

    MUCİZE ÇOCUK

    Orijinal adı: Vonderboi

    © 2012 Kim Yeon-su

    Yazan: Kim Yeon-su

    Korece aslından çeviren: S. Göksel Türközü

    Yayına hazırlayan: Sıla Arlı

    Türkçe yayın hakları: © Doğan Yayınları Yayıncılık ve Yapımcılık Tic. A.Ş.

    Bu kitabın Türkçe yayın hakları Nurcihan Kesim Telif Hakları Ajansı aracılığıyla alınmıştır.

    Literature Translation Institute of Korea (LTI Korea) desteğiyle yayımlanmıştır.

    Dijital yayın tarihi: /Ekim 2021 / ISBN 978-625-8495-86-7

    Kapak tasarımı: Geray Gençer

    Doğan Yayınları Yayıncılık ve Yapımcılık Tic. A.Ş.

    19 Mayıs Cad. Golden Plaza No. 3, Kat 10, 34360 Şişli - İSTANBUL

    Tel. (212) 373 77 00 / Faks (212) 355 83 16

    www.dogankitap.com.tr / editor@dogankitap.com.tr / satis@dogankitap.com.tr

    Mucize Çocuk

    Kim Yeon-su

    Çeviren: S. Göksel Türközü

    12 yaşındaki Yolmu’ya

    Yıl 1984, evrendeki tüm yıldızların

    parlamayı bıraktığı anı hatırlayarak

    On beş yaşıma girdiğim yıl, zamanın durabileceğini öğrendim. Zamanın durmasının ne anlama geldiğinden bahsetseydim insanlar delirdiğimi düşünürlerdi. Akıllılık edip bu konuyla ilgili tek bir kelime etmedim. Duran zaman tekrar akıp giderken ve en nihayetinde gözlerimi açtığımda, Kaşık kırıldı demişim. Yoğun bakım ünitesinden sorumlu hemşirenin hastane odasının önünde kamp kurmuş bekleyen gazetecilere söyledikleri, ertesi gün her gazetenin toplum köşesinde olduğu gibi yayımlandı. Bir haberde benim için, Komaya girdikten bir hafta sonra tıbben ölüm kararı alındığı ama Saygıdeğer Başkan ve Hanımefendi başta olmak üzere her sınıftan vatandaşın içten dualarından güç alarak on dakika içinde mucizevi şekilde hayata döndü diye yazılıydı. Kaşık hikâyesi haberin en sonunda yer alıyordu. Haberde, Hayata döndükten sonra ilk sözünün ‘Kaşık kırıldı’ olduğu ve Bilinci yerinde değilken söylediği bu söz aracılığıyla, Gim Gişik Bey’in ne kadar muazzam bir vatan sevgisiyle direksiyonu şüpheli aracın üzerine kırdığı tahmin edilebilir diye yorum yapılmıştı.

    Böyle bir şeyi gerçekten söyleyip söylemediğimi hatırlamasam da, neden böyle bir şey söylemiş olabileceğimi biliyor gibiydim. Yıl 1984, o yıl Nam Cunbek’in video sanatı Günaydın Bay Orwell ile başlamıştı. Nam Cunbek, 1 Ocak’ta New York, Paris ve Seul’ün televizyon kanallarını uyduyla bağlayan bir şov aracılığıyla evrenin bir fasulye tanesi kadar küçülebileceğini tüm dünyadaki yirmi beş milyon izleyiciye gösterdi. Sonbaharda doğaüstü güçlere sahip İsrailli Uri Geller, Kore’yi ziyaret etti. Birçok seyircinin dikkat kesildiği sırada kaşığı büküp bozuk saati tamir ettiği şovu KBS¹ kanalında yayınlandı. Bu iki adam radyo dalgaları ve telekineziyle yaşadığımız dünyanın ne kadar şaşırtıcı bir yer olduğunu gösterdiler. Daha sonra sıra bendeydi. Ben tüm insanların tek yürek olup gerçekten isteyince her türlü mucizeyi gerçekleştirebileceğini gösterdim. O haberde yalan olan tek bir sözcük yoktu. Gerçekten de her kesim ve tabakadan insan, tek yürek ve tek dilekle tekrar hayata dönmem için dua etmişti. Haberin başlığı Mucize Çocuk, umudun gözlerini açıyor idi. O haberden sonra insanlar bana Mucize Çocuk demeye başladılar.

    Beni Mucize Çocuk yapan kişi Albay Gvon’du. Herkesin yüzüne Albay dediği fakat arkasından Köstebek lakabıyla bahsettiği, normal askerlerden farklı uzun saçlarıyla, her gün sivil kıyafetle ve gece bile güneş gözlüğüyle dolaşan, ellisine merdiven dayamış karizmatik adam; Kore toplumuna önderlik eden az sayıdaki elit kişiden biri olarak, gamzeli bir çene misali her gün iki ayrı yüzle dolaşan çift kişilikli biriydi. Komadan uyanınca ilk gördüğüm yüz işte böyle birine ait olduğu için, yeni hayatımın ne kadar kötü devam edeceğini tahmin edebilmiştim. Albay Gvon alnıma dokunarak yapmacık bir yakınlıkla beni avutmuştu ama o alçak ses tonuyla zayıf yüreğimin derinliklerine kök salmıştı.

    Sen artık bütün halkımız için umut timsali oldun. O yüzden ağlamayı bırak. Gözlerin dolu dolu olursa hayvanat bahçesindeki maymun aklına gelsin. O maymunun önünden birçok insan geçer. Ağaç dalında sallanırken öylece geçip giden insanlara bakmaktan başka bir şey yapmaz. İşte sen o maymunsun. Şimdi başına gelenleri de öyle geçip giden insanlar olarak düşün. Elbette her şey bu şekilde geçip gidecek. Sen ağlasan da gülsen de hiçbirinin umrunda olmaz. Böyle bir dünyada gözyaşı denen şey, göze kaçan tozu gideren sıvıdan başka bir şey değil.

    O an, daha yeni uyandığım için her şey şüpheli göründü. Şu an buranın neresi olduğu, bu adamın kim olduğu, ölüp ölmediğim, maymunun neden ağaçta sallandığı ve insanların nereye gittiği, her şeyden çok gözyaşlarımın neden durmadığı...

    Umut timsali olmak ne anlama geliyor?

    Kafam bandajla sarılı, burnumda sonda takılmış halde balon gibi şişen gözümden durmadan yaşlar dökülürken sordum.

    "Senin anlayacağın Hodori gibi bir şey. 1988 Seul Olimpiyatları maskotu. Hani hep başındaki kurdeleli sangmo’yu döndürerek gülmüyor mu? Sen de artık bir maskot olduğun için Hodori’yi örnek alarak gözyaşlarını falan saklayıp hep gülmek zorunda kalacaksın. Ancak öyle olmalı ki insanlara umudu tekrar hatırlatsın. İnsan güce sahip olsa umut gibi bir şeye bel bağlar mı ki? Bu dünyada bu kadar umuda ihtiyaç duyulmasının sebebi güçsüz insanların çok fazla olmasıdır. O güçsüz insanların yaptığı şeyin ne olduğunu biliyor musun? Şimdiye kadar senin iyileşmen için dua eden halkımız tarafından toplanan bağışlar iki yüz milyon wonu aştı. Sen üniversiteden mezun olana kadar eğitim masraflarını karşılayacağını söyleyen bir kombi şirketi bile var. Sadece eğitim masraflarını karşılamayıp üniversiteden mezun olduktan sonra sana iş vereceğini dahi taahhüt eden başka bir kombi şirketi de var. Sana bel bağlayan halkımızın umudunun ne kadar olağanüstü olduğunu artık anlamışsındır."

    Neden kombi şirketleriydi ki acaba? Gerçi o zamanlar umurumda bile değildi. Ona yine şöyle sordum:

    Neden öylece ölmeme müsaade etmediniz ki?

    "Burası, kendi vatanımız; özgür bir ülke olsa bile ölmek istiyorum diye insanın kafasına göre ölme özgürlüğünü kimseye vermez. Teşekkür kartı göndermek istiyorsan Mavi Köşk’e² gönder. Çünkü saygıdeğer devlet başkanımız senin sağlığınla bizzat ilgilendi. Her akşam dokuzdaki ana haber bültenlerinde bile en önce senin haberin verildi. Devlet başkanımız bile haberlerdeki ilk sırasından senin için feragat etti. Hayata döndüğün haberini duyunca vatana çok faydalı biri olacağını, bir mucize gerçekleştirdiğini söyledi. Ben bu sözleri kalbimin derinliklerine kazıdım."

    Böyle bir şey de mucize midir ki? Tanrı aşkına, vatanım şimdiye kadar neredeydi de şimdi gelmiş şu perişan halimden fayda bekliyor? Dünya daha yaşanır hale gelmiş demek. Dokuz haberlerinde yayınlayacak bir şey bulamadıklarına bakılırsa...

    Narkozun etkisi geçmediğinden daha tam kendime gelememiş halde abuk sabuk homurdandım.

    Sen, halkımızın tek yürek olunca her türlü zorluğun üstesinden gelebileceğini bizzat gösteren birisin. Bedenin mucizenin ispatı. Bu ülke seni koruyup kollayacak.

    Trafik kazası geçirip güç bela hayatta kalmak, üstelik babasız kalıp tek başına yaşamak da mucizenin bir ispatı mı ki?

    Böyle diyerek karşı çıktım. Albay Gvon bana dik dik baktı.

    Ne garip konuşuyorsun.

    Gözlerini göstermeyen siyah güneş gözlüğü korkunçtu ve ben tekrar gözyaşı dökmeye başlamıştım.

    Daha kimse bir tek senin hayatta kaldığını sana söylememiş olmalı, ama nereden bildin?

    İster biri söylesin ister söylemesin, babamın başına gelen her şeyi biliyorum. Çünkü benim ailem sadece babamdır.

    Benim de bir oğlum var... Fakat ben ölsem bile her şeyden habersiz top oynar. Durumunun üzücü olduğunu kabul ediyorum. Fakat seninle bu yüzden ilgileniyor değiliz. İlgilenmemizin sebebi babanın Doktor An Cunğgın kadar mükemmel bir iş yapmış olması. Sen de vatansever bir babanın takdire şayan oğlusun. Ölüme kafa tutup yeniden doğan umudun timsali.

    Öyleyse kurdeleli sangmo’yu başımda döndürmem gerekirdi ama boynum alçılıydı. Albay Gvon, babamdan bahsedince ciğerim yanıyor gibi oldu.

    İleride hayatın çok değişecek. Nasıl değişirse değişsin, ayyaş bir babayla yaşadığın zamanlardan çok daha iyi olacağı kesin. Önceden hayalini bile kuramadığın şeylerin hepsini yapabileceksin. Bunun için yeterli vasfa sahipsin. Bir şartla, bana baban kadar güvenip dediğimi yapmalısın. Ne demek istediğimi anlıyor musun? Artık seni kendi oğlum gibi göreceğim.

    Albay Gvon daha sözünü bitirmeden hüngür hüngür ağlamaya başladım. Bu sefer sadece ağlamakla kalmadım, çarşafı tekmeleyerek kollarım ve bacaklarımla debelendim. Burnuma takılı oksijen tüpünün borusunu çıkarıp attım ve kolumdaki serum iğnesinin bandını çıkardım. Albay Gvon tek eliyle göğsüme bastırdı. Başucumdaki diyafondan, Bir sorun mu var? diye soran bir ses duyuldu. Albay Gvon makineye doğru bir şeyler söyledi ama sesi benim çığlığımda kayboldu. Avazım çıktığı kadar bağırdım.

    Bana ne! Ben anlamam. Babam nerde? Bundan sonra size güvenip sözünüzü dinleyeceğim. Babamı getirin n’olur! Lütfen hemen babamı getirin! Neden beni kurtardınız ki? Lütfen hemen...

    Yalvarmaya devam ederken Albay Gvon, sağ başparmağıyla karın boşluğuma sertçe bastırdı. Nefesim aniden kesildi ve ruhum çekilir gibi oldu. Neşe ve gayretle davul çalan oyuncak tavşanın arkasındaki pilin aniden çıkarılması gibi. Artık ölüyor muyum, diye düşündüm ama hâlâ akmaya devam eden gözyaşlarım öyle olmadığını gösteriyordu. İşin aslı, Albay Gvon hasta odasına girdiği an zaten babamın nasıl öldüğünü anlamıştım. İki araç kafa kafaya çarpışınca direksiyon babamın göğsünü sıkıştırmış, o baskıyla kaburga kemikleri kamış gibi kırılmıştı. Kırılan kemik parçaları keskin birer iğneye dönüşüp babamın kalbini, akciğerini, midesini falan parçalamıştı. Pat! Pat! Pat! Havai fişeklerin atıldığı gece, hınca hınç dolu büyük parkta tek başıma, üzerimde hasta önlüğüyle kafamı kaldırmış, açılış töreni için yapılan gösteriyi seyrediyor gibiydim. Durmadan akan gözyaşlarım hissettiğim yalnızlığın tortularıydı.

    * * *

    Bu kadar sulu göz olmamın sebebi babamın oğlu olmamdı. Albay Gvon’un ayyaş dediği babam ne zaman sarhoş olsa hep ağlardı. Zayıf halini bana belli etmek istemediğinden içmeye başladığını düşününce gülmekten karnıma ağrılar girer. Başlarda babam benim gözümde dünyanın en havalı adamıydı. Yani bir şişe socu’nun dibini görene kadar. İyice çakırkeyif olduğunda hayalini kurduğu şeyleri anlatırdı. Ben de altta kalmaz, dileklerimden bahsederdim; bir süre sonra sırayla dileklerimizden bahsetmek eğlenerek oynadığımız bir oyun haline gelmişti. Yüz milyon wonluk olimpiyat piyangosunu kazanmak, OB Bears beysbol takımına atıcı olarak girmek, Daewoo Lemans’a binip Asya kıtasını aşarak Paris’e kadar seyahat etmek, Nike spor ayakkabılarıyla bir kilometreyi 2 dakika 30 saniye içinde koşmak falan filan.

    Bu oyunun ana kuralı asla gerçekleşmesi mümkün olmayacak şeylerden bahsetmekti. Babamın iddiasına göre kim imkânsız görünen bir şeyden sürekli bahsederse gerçekleşme olasılığı artarmış. Bu iddianın mantıklı yanı olduğundan, biraz zaman geçince artık dileklerimizden bahsetmek yerine çoktan dileği gerçekleşmiş insanlar gibi 100 milyon wonla ne alacağımız, nasıl imza atarsak profesyonel bir sporcunun imzasına benzeyeceği gibi şeylerin derdine düşerdik. Başkalarının gözünde biz dereyi görmeden paçaları sıvayan baba-oğul gibi görünebilirdik ama aslında gönlü zengin baba-oğul idik mi desem. Dileklerimden biri o yılın mayıs ayında açılan Büyük Seul Parkı’na gidip yunusların gösterisini izlemekti ama babam, Bu, kuralı bozmak demek. Zor olan tek bir şey bile olmadığından bu dilekten sayılmaz derse diye ağzımı bile açmadım. Sanmayın ki tek dileğim yunus gösterisini izlemekti. İzlerken bir yanımda annem diğer yanımda babam oturuyor olmalıydı. Ancak öyle olmalıydı ki bu tam bir dilek olsun.

    Ne zaman annemden bahsetmeye kalksam, babam sanki öyle birini hatırlamıyormuş gibi bir ifadeyle bana bakardı. İçmeye neden başladığımı biliyor musun? diye sorardı. Babamın içten içe yaşadığı ıstırabı ben nerden bilebilirdim ki? Neden? diye sebebini sorunca babam hemen, Kesinlikle sebebini biliyordum ama unuttum diye cevap verirdi. Bir seferinde Sebebini hatırladım dediği de olmuştu: Annemin nasıl biri olduğunu sorduğumda. Babam, Şimdi düşününce bir yüzü unutmak için içmeye başladım demişti. O yüzün kimin yüzü olduğunu tahmin edebiliyordum. Bir şişe socu’yla oğluna gelecekte ne olursa olsun elinden gelen her şeyi yapabilecek havalı bir adam olmak konusunda yeterli olan babamın yeni socu şişesinin kapağını açmasının sebebi her ne kadar unutmaya çalışsa da muhtemelen o yüzün tekrar gözünde canlanmasıydı. Babama sormamıştım ama şimdi düşününce öyle olmalıydı. Babam iyiden iyiye kafayı bulunca dünyanın en zayıf adamına dönüşürdü. Biraz daha küçükken, yani ilkokuldaki üçüncü yılıma kadar babam sarhoşken bana sarılınca ben de onun boynuna sarılırdım, gözyaşlarına boğulurduk. Üzgün olduğum için ağlamıyordum, aslında ağladıkça üzgün hissediyordum desem daha doğru olur. Annem en başından beri benim için olmayan biriydi. Çünkü beni doğurduktan sonra öldüğü söylenmişti. Ardında tek bir resim bile bırakmamıştı. Hâlâ annemin yüzünü hatırlayan yegâne kişi babamdı ama o da bu yüzü unutmak için her gün socu içiyordu. Akrabaların söylediğine göre, babam tamamen kendini kaybetmiş, zavallı bir vaziyette, kucağında çocuğuyla memlekete dönmüş. Beni mahalledeki teyzeler emzirerek büyütmüş. Bu yüzden normalde anneme hiç özlem duymazdım. Fakat babam sarhoş olup da beni kırdığı zamanlarda istisnasız annem aklıma gelirdi. Sanırım benim için anne düşüncesi kalp kırıklığıyla eşdeğerdi. Annem olsaydı benim yerime babama sarılıp onu teselli ederdi. Gerçi annem olsaydı babam onun yüzünü unutmak için bu kadar içmezdi.

    Babam tuvalete gittiği sırada şişede kalan socu’yu kafama dikip yere yığılmış halde dünyanın ne kadar hızlı döndüğünü tecrübe edene kadar her mevsim en az bir kez babama üçüncü socu şişesini açtım. Üçüncü şişe, Dr. Jekyll’in hazırladığı gizemli ilaç gibi olduğundan bir süre sonra babam Mr. Hyde gibi değişirdi. Sarhoş oldukça hırçınlaşan babam, artık yorulduğunu ve daha fazla yaşayacak gücünün kalmadığını söyler, hemen şimdi ölüp gitmem senin için daha iyi olur, diye bağırır dururdu. Sonrasında hiddetin dozu artınca dolaptan ilaç şişesini çıkarırdı. Başparmağı büyüklüğündeki bu şişede zehir olduğunu söylemişti. O zamanlar neden böyle korkunç bir şeyi saklayıp yaşamak zorunda olduğunu anlayamamıştım ama şimdi geriye dönüp baktığımda belki de o ilaç şişesi sayesinde hayata tutunabilmiştir, diye uçuk düşüncelere kapılıyorum. Belki de o ilacı içince hemen öleceğinden tam tersine hayatın zorluklarına katlanabildiğim kadar katlanayım, diye düşünmüştür.

    Sonrasında bilincini yitirecek kadar zil zurna sarhoş olunca tamamen iradesini kaybettiğinde, işte tam zamanı diye kendinden eminmiş gibi davranırdı. Bunun ne kadar aptalca olduğunu sorgulamaya fırsat bile bulamadan babamın ellerini hareket ettirememesi için onu kollarımla sımsıkı sararak, Baba, ölme! diye haykırdığım da, şişeyi elinde tutan babamın önünde diz çöküp ellerimi birleştirerek yalvardığım da olurdu. Kaldığımız tek göz odada kıyamet kopunca ev sahibi kapıyı ardına kadar açarak, Gürültünüzden bıktım, derhal o fare zehrini içip tahtalıköyü boyla diye lanet okurdu. Babam o kadar sarhoş olunca, O senin baban değil, sokakta sürünen uyuz bir köpek olduğundan yakınına yaklaşmayı bile düşünme diye öğüt veren de, altıncı sınıftayken babamın bu pis alkol bağımlılığını tek seferde kesebilecek gizli bir formül var, diye kulağıma fısıldayan da bu ev sahibiydi. Ev sahibinin aptal tavsiyesine uydum ve sarhoş olup kafaya diktiğim socu’yla akşam yediğim iki lokmayı tavana doğru kustum, bunu görünce, babam ancak kendine geldi. Bu olaydan sonra hemen geberip gideceğim diye tehdit edecek kadar olmasa da, bu dünyada en yalnız, en üzgün ve en acınası haldeki baba-oğul biziz diye yakınacak kadar içti.

    İnce kâğıt gibi buruş buruş olmuş o bir tonluk mavi kamyonet, babamın ekmek teknesiydi. O ekmek teknesinde babam yaz kış demeden her türden meyve satardı. Bütün gün yol kenarında satış yaparken geriye sadece zil zurna sarhoşların kaldığı gece on civarı babam, tezgâhı toparlamaya başlardı. Albay Gvon’un bahsettiği o gece, saat ona yaklaşırken babamın yanına giderek, satamadığı elma ve armut gibi meyveleri kutuya koymasına yardım etmiştim. Özenli kutulanmadığında kolayca çürüyebilecekleri için ister istemez derin bir nefes alıp meyveleri kutulara yerleştiriyordum. Ancak meyvelerin de her şeyi duyabildiğini söyleyen babam tek nefes bile aldırmamıştı. Özenle kutulayayım derken epey zaman harcamış, ancak yirmi dakika sonra hepsini zor bela toparlamıştım.

    Öğrencinin eline kalem yakışır, o elindeki ne senin?

    Vites atarken sordu babam. Ne diyeceğimi bilemeden ona bakarken elimde tuttuğum kaşığa baktım.

    Aa, bu mu? Bugün televizyona doğaüstü güçlere sahip Uri Geller çıktı da. Adam ‘Bükül, bükül!’ diyerek parmağıyla kaşığı ovdu ve kaşık şak diye büküldü. Sadece düşünceyle bükülebilirmiş ve buna psikokinezi deniyormuş.

    Televizyon sırf yalan dolan. Ne gösterirse göstersin, hiçbir şeye inanma. Hepsi dalavere.

    Bir iki kişi de değil, tüm ülke pür dikkat izlerken nasıl dalavere çevirsin. O değil de, tüm dikkatini toplarsan parmaklarının ucundan enerji çıkıyormuş. Artı böyle elinle zorla bükmek istesen de pek bükülmüyor.

    Böyle söylerken elime güç verince kaşığı biraz büktüm. Biraz daha zorlasam Uri Geller’in yaptığı gibi kaşığı bükebilecek gibiydim.

    Doğaüstü güçlerimden sana biraz ödünç mü versem? Şak diye kırarsın işte dedi babam.

    Önemli olan, yalnızca eliyle hafif hafif ovalayıp düşünce yoluyla bükmesi. Düşünce! O adam sadece düşündü. Bozuk saati de psikokineziyle tamir etti. Sadece alıştırma yaparak herkesin yapabileceği bir şeymiş. Doğru mu söylüyor ki?

    Alıştırma falan yapmasan da paran varsa her şey hallolur. Madem doğaüstü gücü var piyango numaralarını tuttursun da görelim, sapasağlam bir kaşığı bükmek de neyin nesi?

    Babam pazarın kurulduğu sokaktan çıkıp anayola saptı. Gece yol sessizdi.

    Parayla her şey hallolur lafı da yanlış. Ne kadar zengin de olsan geçmişe gidemezsin ki. Ben geçmişe gitmek istiyorum.

    Sol elimle kaşığı sapından tutup sağ elimin baş ve işaretparmağıyla boğaz kısmını hafif hafif ovarken böyle söyledim. Kaşık kahkaha patlatmazdı herhalde.

    Daha on dört yaşındasın oğlum, ne bu böyle başından çok şey geçmiş koca herifler gibi geçmiş geçmiş türküsü?

    Ben doğmadan hemen önceki dünya. Sen merak etmiyor musun baba? Ben çok merak ediyorum. Tanrı aşkına o zamanlar nerede, kiminle, ne yapıyordun?

    Babam boğazında balgam birikmiş gibi birkaç kez boş boş öksürdü. Ben de numaradan dinlemiyormuş gibi yapıp kaşığa odaklandım. Bükül, bükül!

    "Ne bileyim, değişik ne olabilir ki? O zamanlar da yine socu’yla eğleniyormuşumdur. Eve gidince bir tek atalım mı?"

    Ben içkiyi bıraktım.

    "Doğru düzgün içmişliğin olmalı ki bıraktım diyebilesin. O

    Enjoying the preview?
    Page 1 of 1