Discover millions of ebooks, audiobooks, and so much more with a free trial

Only $11.99/month after trial. Cancel anytime.

İstanbul 2099
İstanbul 2099
İstanbul 2099
Ebook282 pages3 hours

İstanbul 2099

Rating: 0 out of 5 stars

()

Read preview

About this ebook

William Gibson seksenli yıllarda yazdığı bilimkurgu romanı Neuromancer'da İstanbul'u hep aynı kalan kent olarak tarif etmişti. O kitabın üzerinden geçen çeyrek yüzyılda baş döndürücü hızla değişti şehir. Peki taşı, toprağı, suyu ve canı yerinden oynatan bu değişimin bizi nereye götüreceğini tahayyül ediyoruz? Bu kadim kent iki binyıl önce de hikâyeleriyle ve anlatıcılarıyla buradaydı, 21. yüzyılın kapanışında da öyle olacak ama nasıl bir suretle? İstanbul 2099, on altı yazarın kaleminden 21. yüzyıl sonu İstanbulu'na dair on altı çarpıcı tasavvur içeriyor. Toplumsal, mimari, teknolojik, hatta bazen coğrafi açıdan farklı on altı yeni İstanbul. Bir ömür kadar uzak ama dünün ve bugünün tüm İstanbulları kadar tanıdık ve yakın. Müstakbel İstanbulların "cesur yeni dünya"sına hoş geldiniz…
LanguageTürkçe
Release dateJun 11, 2024
ISBN9786258380606
İstanbul 2099

Related to İstanbul 2099

Related ebooks

Related categories

Reviews for İstanbul 2099

Rating: 0 out of 5 stars
0 ratings

0 ratings0 reviews

What did you think?

Tap to rate

Review must be at least 10 words

    Book preview

    İstanbul 2099 - Aslı Tohumcu

    İSTANBUL 2099

    Derleyenler: Kutlukhan Kutlu, Aslı Tohumcu

    Editör: Neclâ Feroğlu

    Yayın hakları: © Doğan Yayınları Yayıncılık ve Yapımcılık Tic. A.Ş.

    Bu eserin bütün hakları saklıdır. Yayınevinden yazılı izin alınmadan kısmen veya

    tamamen alıntı yapılamaz, hiçbir şekilde kopya edilemez, çoğaltılamaz ve yayımlanamaz.

    Dijital yayın tarihi: / Mayıs 2022 / ISBN 978-625-8380-60-6

    Kapak tasarımı: Geray Gençer

    Doğan Yayınları Yayıncılık ve Yapımcılık Tic. A.Ş.

    19 Mayıs Cad. Golden Plaza No. 3, Kat 10, 34360 Şişli - İSTANBUL

    Tel. (212) 373 77 00 / Faks (212) 355 83 16

    www.dogankitap.com.tr / editor@dogankitap.com.tr / satis@dogankitap.com.tr

    İstanbul 2099

    Derleyenler

    Kutlukhan Kutlu

    Aslı Tohumcu

    Önsöz

    "Ey sen, dümeni tutan ve rüzgâra doğru bakan

    Unutma Phlebas’ı, bir zamanlar yakışıklı ve boyluydu

    senin gibi."

    T. S. Eliot, Çorak Ülke, Suda Ölüm bölümü

    Asaf Ertan İstanbul Boğazı’nda Balıkçılık¹ kitabının girişinde bizi binlerce yıl önceye gidip Boğaz’ın oluşumunu gözümüzde canlandırmaya davet eder:

    Cebeli Tarık Boğazı ile Çanakkale ve İstanbul Boğazı yarılmalarını ve okyanus sularını ta Karadeniz’e kadar ulaştıracak olan korkunç akıntıyı kimse gördü mü? Eğer varsa, o gören belki de sulara kapılıp gidenlerin arasındaydı. Belki de tufanı, akıntıya kapılmadan korku ve şaşkınlıkla izlemiştir. Suların kendine ulaşamadığı yerden seyre devam edebilme cesaretini gösterebildiyse eğer gerçekten cesur olmalıydı.

    İstanbul Boğazı’nın kıyılarında durup da yüzey suyunun Karadeniz’den Marmara’ya telaşlı yolculuğunu izlemiş, zamanın ta kendisi gibi kesintisiz görünen bu devinimde dün-bugün-yarının iç içe geçtiği düşüncelere kapılıp gitmiş herkes için büyüleyici bir davettir bu, çünkü bizi çarpıcı bir fikirle yüz yüze getirir: Mutlak ve zamandan azade sandığımız bir şeyin aslında tıpkı kendi ömrümüz gibi başı sonu bulunan bir yaşama sahip olduğu fikri. Dahası binyıllar öncesine uzatılan bu hayal köprüsü, geçmişle aramızdaki bağlar konusunda bizi soy ve inanç üzerine kurulu baskın siyasi söylemin ötesinde bir anlayışa da buyur eder. Aynı toprakları arşınlamış, aynı tür canlılarla bir arada yaşamış ve evet, aynı sulara dalıp gitmiş olmanın getirdiği bağdır söz konusu olan: Devirler üstü bir hemşerilik bağı.

    Nitekim benzer bir hemşerilik hissini günümüzden iki binyıl kadar önce Sarayburnu’ndan Karadeniz’e bu suların bir resmini çıkarmış olan Dionysios Byzantios’un (Byzantion’lu Dionysios) Deniz Yoluyla Boğaz² kitabını okurken de duyarız. Derelerin, burunların, koyların isimleri farklı da olsa bu eski Boğaz sakininin nereden bahsettiğini usul usul anlamaya başlarız ve onun yolculuğunun ayrıntıları, karaları defalarca baştan boyanmış bu şehri bize her şeye rağmen tanıdık kılar.

    Gelgelelim şehrin bize lütfettiği bu deviraşırı aşinalık, İstanbul’un aynı zamanda bir değişimler şehri olarak tarihini örtmüyor. Boğaz dile gelse, tanık olduğu binlerce yıllık tarih sürecinde kaç farklı lisan, inanç, tören ve cemaati kayda düşer, kıyılarında ve üzerinde kaç farklı büyük eserin yükseliş ve düşüş hikâyesini anlatırdı acaba? Sularının içinden, üzerinden ve kıyısından geçmiş kaç farklı canlı türünden söz ederdi? Mesela artık kayıkhanelerinde sere serpe uzanmayan fokun, nadir görülür hale gelen kılıçbalığının ve yalıçapkınının öykülerini anlatır mıydı? Ya da İstanbul’un neredeyse-tropik yeni gerçekliğinin nişanesi papağanlar için ne derdi?

    Artık şehir ve beslendiği doğa gözlerimizin önünde değişiyor, hem de bir insan ömrü zarfında bu seyir için bize birçok nirengi noktası verecek kadar hızlı şekilde. Biz de bu değişimden muaf değiliz elbet. Boğaz’ın sularının içinde ve kıyısında var olan her şeyi emin adımlarla yeniden yoğuran (bazen de öğüten) büyük motor, bizi de yoğuruyor, bizi de öğütüyor. Vikinglerin Bizans zamanında basitçe Büyük Şehir (Miklagard) adını verdiği bu koca kentin gündelik gerçekliğinde insanın kendini akıntıya kapılmış giden bir mağdur olarak görmesi de gayet mümkün. Fakat elbette ki bu, insan kaynaklı bir akıntı ve biz de bu suların kaprislerine tabi biçareler değil, onun ve tüm sakinlerinin yazgısında dümeni tutanlarız. Maalesef ki o dümeni de çoğu zaman kasvete ve yıkıma doğru kırıyoruz. İnsanı, hayvanı ve dahi bitkiyi çiğneyip beton tüküren amansız değişim motorunu bir taraftan sürekli besliyor, bir taraftan da bu alamete binmiş ne tür bir kıyamete doğru gittiğimiz konusunda endişeleniyoruz.

    İşbu kitap da o alametin terkisinde gidebileceğimiz yerleri ve İstanbul’u içine çekebileceğimiz yazgıları hayal eden hikâyelere yer veriyor.

    Bu antoloji için on altı yazardan, 2099 yılı İstanbul’unda geçen öyküler yazmalarını istedik. Neden 2099? Yılın çok da özel bir önemi yok aslında. Nihayetinde değil seksen, sekiz yıl sonra dahi tam olarak nasıl bir şehirde, nasıl bir dünyada yaşayacağımızı bilmemiz zor. Onun için basit bir şekilde, yaşadığımız asrın içinde mümkün mertebe uzak bir tarihte karar kıldık. Şehri ve ülkeyi yönetenlerce ikide bir önümüze koyulan hedef-senelerin oluşturduğu boğucu çerçevenin dışında kalabilmek de cabasıydı.

    Öyküler için verdiğimiz yegâne kriter buydu. Uzunluk/kısalık, üslup, tür, konu tamamen yazarlarımızın seçimiydi. Bizim tek istediğimiz karşımızda bugünün İstanbul’undan toplumsal, mimari, hatta belki coğrafi açıdan farklı, çeşit çeşit yeni İstanbul bulmaktı ki sezgileriyle bize her zaman ilham vermiş, ışık tutmuş edebiyatın, geleceğe dönük kent düşlerinin rengârenk bir kaydı ortaya çıkabilsin.

    Çıktı da. Bu antoloji, geleceğin suları kurumuş Boğaz’ına düzenlenen gezegenlerarası bir turla başlıyor; koltuktan inmek ve ölmek bilmez bir Başkan’ın kendi hükmünün rengine boyadığı, çürümüş, gaddar ve kasvetli bir İstanbul’da ona berberlik yapması gereken bir gencin öyküsüyle sürüyor; bizi önemli kısmı Beşiktaş çarşısı civarında geçen bir uzaylı istilasına götürüyor ve apartman bloklarının gökyüzünü kapadığı ezici bir labirent-şehirde iki küçük yoksul çocuğun hikâyesini anlatan bir distopyayla yoluna devam ediyor.

    Bu zaman ötesi yolculukta kılıktan kılığa giriyor İstanbul: Her imkânı sunan devasa gökdelenlerle kaplı bir megapol… Müziğin dahi zapturapt altına aldığı bir yeni düzen… Büyük bir felaket sonrasında göçer-yerleşik çatışmasına sahne olan ya da surları arasına sığınanların günlerini takas edilecek şeyler arayarak geçirdiği, post-apokaliptik bir yerleşim… Resmi dili İngilizce olmuş ve camileri ortadan kaldırılmış müttefikler hükmünde bir şehir… Kanal İstanbul’un gerçekten de inşa edilerek yaşamın suyunu ve yağını kuruttuğu bir kâbus… Doğu ve Batı bir daha savaşmasın diye duvar görevi görmek üzere boşaltılmış bir hayalet kent…

    Ve tabiidir ki başrolde İstanbul’un suları var: Yokluğuyla, sesiyle, hastalıklarıyla, çok da uzak olmayan bir gömülü tarihi sinesinde saklamasıyla.

    Öte yandan, nasıl ki onca farklı yer ismine, farklı dile, farklı günlük pratiğe rağmen Byzantion’lu Dionysios’un şehrini tanıyabiliyorsak, burada on altı yazarın tarif ettiği, kimi bugüne hayli yakın ama kimi çağlarca uzak duran İstanbulları da rahatlıkla tanıyabiliyoruz. Sadece coğrafi şekillerinden, yapılarından, semtlerinden de değil üstelik, karakterlerine nüfuz ediş biçiminden de. Şehrin sakinlerinde uyandırdığı tasalara, o sakinlerin duyduğu seslere ve hayaline musallat olan imgelere varıncaya kadar, bildiğimiz İstanbul’un zihnimizin karanlık odasına izdüşümleri bunlar.

    Karanlık demişken… Tür, üslup ve konu açısından birbirinden hayli farklı bu öykülerin İstanbul 2099 tasavvurlarında inkâr edilemeyecek bir ortak nokta varsa o da söz konusu tasavvurların pek ümitvar olmaması herhalde. Yelpazenin ütopya değil distopya tarafına düşen, hayli karanlık tablolar çizen öyküler bunlar. Şaşırtıcı mı? Sonuçta geleceğe dair öykülerin aslında geçtiği zamanı değil, yazıldıkları zamanı anlattığı, dolayısıyla mesela George Orwell’ın 1984’ünü aslında 1948 olarak okumak gerektiği, yaygın kabul gören bir düstur. Dolayısıyla muhtemelen bu antolojideki öyküleri de aslında İstanbul 2099’dan ziyade İstanbul 2019 gibi okumalı.

    Asaf Ertan İstanbul’u yaratan azgın suları tasvirinde, bu olayı seyre devam edebilenler için cesur diyordu ya, tufana gözlerini dikip bakmak belli bir cesaret gerektiriyor. Bu kitap da bir bakıma günümüz İstanbul’unun toplumsal ve çevresel tufanına merakla, kaygıyla, cesaretle gözlerini dikip bakan yazarların tahayyülleri.

    O halde, müstakbel İstanbulların cesur yeni dünyasını takdimimizdir.

    Kutlukhan Kutlu, Aslı Tohumcu


    1. Arkeoloji ve Sanat Yayınları, 2010

    2. TB Yayıncılık, 2009; Latinceden çeviren: Erendiz Özbayoğlu

    Günübirlikçiler

    Aslı E. Perker

    Listedeki maddeleri tek tek kontrol etti. Eldivenler? Tamam. İki yüz faktörlü güneş kremi? Tamam. Yedek spor ayakkabı? Bir torbaya sarılı, bavulun içindeler. Titizdir Zeyn. Kılığı kıyafeti, her şeyi tertemiz olsun ister. Keten kıyafetlerinin her birinin kusursuz beyazlığından belli. Beyaz dışında tek bir renk yok bavulda. Sıcağa başka türlü tahammül edemeyecekleri söylendi. Beyaz giymeleri tembihlendi.

    Turizm firması zaten hiçbir sorumluluğu almıyor. İki hafta önce bir kâğıt imzalayıp gönderdi. Bir kopyası da kendinde; zarfın içinde, el çantasında. Dünyada hava çok sıcak. İstanbul’da gün içerisinde 65 dereceye çıktığı biliniyor. Tansiyon, kalp hastalığı olanlar zaten mümkün değil kabul edilmiyor, ama testleri geçenlerin de, Sıcağa bağlı ölümüm halinde taşıyıcı firma hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz diye bir kâğıt imzalaması şartı var.

    Hoş, uzay mekiğinin havada parçalanması, yere çakılması ya da kalkış anında bir fonksiyon bozukluğu yaşaması dışında hiçbir konuda sorumluluk kabul etmiyorlar. Bluzunun altına sardığı keten kılıfın içindeki silahın sebebi bu. Gezi için özel ruhsatlı. Gelenlerin yanında bulundurmaları şart değil ama olursa iyi olur diye anlatıyor acentenin çalışanları. İstanbul tehlikeli, parasızlık had safhada, evsizler sokaklarda, yanlarında koruma olacak ama yine de saldırıya uğrama ihtimali tamamen elimine edilmiş değil.

    Zeyn tuhaf bir heyecan hissediyor. Huzursuzluk ile mutluluk arasında gidip gelen bir his. Öyle ya, bütün olasılıklar bir tehlikeye işaret ediyor. Ama İstanbul’a gitmek! Hayatı boyunca merak ettiği memleketine. Yirmi sekiz yıl evvel annesi ona hamileyken anneannesi, annesi ve karnında kendisi gelmişler buraya. Anneannesi olmasa asla gerçekleşemeyecek bir yolculuk. Çiçeklere konuşan, bitkilerin dilinden anlayan kadın o. Kadındı.

    İlk kez küçük bir çocukken yeşile merak sarmış. Anlatılana göre elinde hep ufak bir kap, içlerine kopardığı bitkileri koyar, eve geldiğinde de kendince incelermiş. Çoğu çerçöp aslında. Belki bir tek, bir keresinde bulmuş olduğu dört yapraklı yoncanın bir anlamı vardır. O da ileride talihli bir insan olacağını müjdelemiş olması.

    Hiç kaybolmamış bu merakı. Lise yıllarında da devam edince, üniversitede botanik okumaya karar vermiş. Dünyaca tanınır, lafı dinlenir bir botanikçi olması kaçınılmaz. Kalpten seviyor gördüğü her yeşili. Kendiliğinden mercek gözlerle bakıyor. Eğiliyor yere, parmaklarını sihirli birer çubuk gibi kullanıyor, hissediyor, toprağı alıyor okşuyor. Kendisi toprak oluyor. Tuhaf bir şefkat. Belki de daha ana karnındayken bu cennetin sonunun geleceğini hissetmiştir. Ortaokul yıllarından itibaren topladığı her bitkiyi arşivlemiş, adıyla, familyasıyla, nerede bulunduğuyla. Havanın kaç derece olduğu, yakınlarda su olup olmadığı, nem; hepsi kayıtlarında var. Bunlar sonradan değere binecek. Çoktan fosilleşmiş olmalarına rağmen vakumlu çantalarda, özel koşullarda Yeni Dünya’ya taşınacaklar. Üniversite yıllarında ve sonrasında daha bilinçli toplananlar ve saklananlarla birlikte.

    Bir anda dünyadan gitmeye kalkışılınca geride bırakılamayacak bir değer anneannesi. Türkiye ve civarındaki bitki örtüsünü onun kadar iyi tanıyan bir kişi daha yok. Kızımı ve karnındaki torunumu bırakmam diyor. Birlikte geliyorlar işte buraya. Su Hanım seksen yedi yaşında ölene kadar çocukluğunun İstanbul’unu hiç unutmuyor. Feneryolu’ndaki evlerini anlatıyor. Torunuyla beraber Google haritasının başına geçip el verdiğince eskisiyle hiçbir benzerliği kalmamış mahallesinde, sokaklarında geziyorlar. Kardeşiyle beraber Özgürlük Parkı’nda nasıl bisiklet sürdüklerini, uçurtma uçurduklarını anlatıyor.

    Her şey birdenbire oldu. Hani böyle hızlandırılmış çekimler vardır; bir bitkinin gün ışığıyla açtığını görürüz. Üzerine bir arı konar, toz zerreleri uçuşur, gün biter, çiçek solar. İşte öyle hızlandırılmıştı her şey. Dünyanın soluşunu gördük. Güzelim bahçelerimiz kurudu, tek tük kalan yeşil, boza döndü. Biraz kulak kabartsak belki de içlerindeki suyun çekildiğinin sesini duyacaktık. Sadece doğa mı? Biz de susuz kaldık. Bilmiyor değildik, biliyorduk. Bir felaket senaryosunu anlatıyorlardı, ama nasıl bir şey bu, ne tür bir deliliktir insanınki, sadece bekliyorduk, bir şey yapmıyorduk. Biz görmeyiz diyorduk. Öyle güzeldi ki dünya. İstanbul 2000’de, ben doğduğumda bile bitmek üzereydi, son demlerini yaşıyordu. Ama yazları babaannemin evine Foça’ya giderdim. Bir cennetti. Hepsi bitti.

    Su Hanım seksen yedi yıllık ömrünün son on altı yılını, dünyayı ama en çok da kardeşini özleyerek geçirmişti. Alaz’ı da alamamıştı yanına. Onun da zaten yeni bir dünyaya gitmek gibi niyeti olmamıştı. Ne zaman ki deniz bitmişti, balığa çıkmak, suyun altına dalmak, sahilde kendini kuma gömmek, denizin tuzunu altın sarısı saçlarında hissetmek imkânsızlaşmıştı, o zaman hayata küsmüştü. Kılını bile kıpırdatmaz olmuştu, tek yaptığı şey bilgisayar oynamaktı. Tıpkı gençliğinde olduğu gibi; o zaman da balığa çıkamadığı ve bisiklete binemediği her an bilgisayar başında olurdu.

    Bağlantı iyi olmasa da, aralarında otuz üç saat fark olsa da sık sık konuşurdu iki kardeş. Alaz hiç çıkmıyordu kendine yaptığı sığınaktan. İstanbul ne haldeydi anlatacağı pek bir şey yoktu. Sıcaktı, kuraktı, açtı, susuzdu, çirkindi, bir ölüler şehriydi.

    Ama Zeyn zaten bunların hepsini pek yakında kendi görecekti. Annesinin bütün muhalefetine rağmen. Görecek bir şey kalmamıştı dünyada. Canlarını zor kurtarmışlardı. Öyle diyordu. Ancak anneannesi gözlerini son kez kapamadan önce ondan bir söz almıştı. Bir gün mutlaka gidip dünyayı görmeliydi. İstanbul’u. İnsan bu, aynı hatayı yine yapacak. Muhakkak burayı da bitireceğiz. Gitmelisin ve hayatının sonuna kadar, hiçbir işe yaramayacak bile olsa, bunun olmaması için mücadele etmelisin. Ve sonra ona vasiyet etmişti, Eğer gittiğinde Alaz hâlâ yaşıyor olursa ona götüreceğin bir emanet var.

    Şimdi o emanet Zeyn’in çantasında. Sarılıp sarmalanmış bekliyor. Tüm zarafetiyle, kırılganlığıyla gezegenler arası yolculuğa çıkmaya hazır. Zeyn de öyle. Gitme zamanı.

    Mekiğin yere inmesiyle sarı bir toz bulutu havalanıyor. Ne Zeyn ne de diğerleri pencerelerden bir şey görebiliyorlar. Sanki bir çöl fırtınasının içine inmişler ve kum her yeri kaplamış. Kapı açılıyor, sırayla aşağı iniyorlar. Robot değiller ama insanoğlu bir düzeni korumak için robotik davranması gerektiğini öğrenmiş, öyle hareket ediyor. Sistemin çökmesinin ilk adımı irade ve Yeni Dünya, insanların iradesine bırakılamayacak kadar hassas. Doğdukları andan itibaren öyle yetiştiriliyorlar. Düzene uymak artık yaratılışları. Zorla da değil. Dünyanın haline dair o kadar çok video seyrettiler ki cehennem nasıl bir şey biliyorlar ve bunun tek sebebinin kendileri olduğunu da.

    İner inmez sıcak dalgası bütün vücudunu yalıyor. Bir anlığına mekiğin motorundan mı geliyor acaba diye düşünüp sağına soluna bakınıyor. Rehber bu reaksiyonu daha önce de görmüş olmalı. Mekiğin motoru değil, havanın durumu bu diyor, Üstelik henüz saat çok erken. Gün içerisinde iyice artacak. Zeyn’de bir telaş. Bu kadar sıcağı hayal edememişti. Getirdiği her şey çok mu kalın? Güneş kremi yeterli mi? Yol boyu elinde tuttuğu geniş kenarlıklı şapkasını başına geçiriyor. Ve gözlüklerini. Çantalarınızı direkt otele götüreceğiz, biz buradan devam edeceğiz diyor rehber, Almanız gereken bir şey varsa alın. Sıcak çoktan herkese etki etmiş, düşünme yetileri yavaşlamış. Zeyn sırtındaki hafif çantayı kontrol ediyor, içinde ihtiyaç duyabileceği üç beş şey var ama o artık neye ihtiyacı olacağından hiç emin değil. Bundan yarım saat sonra bütün kıyafetini değiştirmek isteyebilir. Şimdiden kol altlarında geniş halkalar oluştuğunu görüyor.

    Rehber yüzlerindeki panik ifadesini görmüş olmalı, O kadar da kötü değil, idare edersiniz. En azından eskisi gibi nem yok. Çöl iklimi, kuru bir hava diyor, Denilene göre İstanbul’u eskiden esas çekilmez yapan nemmiş. Denizden dolayı. Eskiden şu taraftaymış. Şimdi gidip göreceğiz. Uzak bir mesafeyi eliyle gösteriyor.

    Pardon, Hipodrom’a indik biz, değil mi? diye soruyor içlerinden biri.

    Evet. Denize yakın bölümündeyiz.

    Deniz... Etraflarına bakınıyorlar. Zeyn daha önce sarının bu kadar farklı tonunu bir arada görmediğini düşünüyor. Gökyüzünün sarı olabileceğini hiç düşünmemişti mesela. Bir keresinde insanların Ortaçağ’dan önce mavi rengi bilmediklerini okumuştu bir yerlerde. Deniz mavi değildi onlara göre, gök de. Yoktu mavi, yok. Burada doğan çocuklar da bilmeyeceklerdi herhalde o rengi. Bir zamanlar görmüş olanlar? Unutmuş olmalıydılar.

    Turistlerin şaşkın şaşkın etraflarına baktığını gören rehber eliyle işaret ediyor, Şuradaydı deniz. Gelin göstereyim. Kimse mekiğin gölgesinden çıkmak istemiyor. Güneşin hükmü altına girmeye hazır değiller. Hemen oradan arabaya binip gideceğiz, merak etmeyin, kısa bir yürüyüş diyerek yola koyuluyor önden. Zeyn arkadan yaşını kestiremediği adama bakıyor. Çok zayıf, çok esmer, genç gibi durmakla beraber cildi kırış kırış. Çantasında çoktan ısınmış suyu çıkartıp bir yudum alıyor. Susuzluktan çok bir refleks. Bedenindeki suyun bir anda çekilmesinden, şu adam gibi buruşup kalmaktan korkuyor.

    Yavaş diye uyarıyor rehber, bir an evvel arabaya binmek için hızlı yürüyorsunuz anlıyorum ama yavaşlayın. Daha çok terlersiniz, iyi olmaz. Herkesin suyu var değil mi? İçin. Arabada da yeteri kadar var. Soğuk. Merak etmeyin. Bu detayların hepsi katalogda vardı zaten. Tur minibüsündeki soğuk suya kadar yazılmıştı. Temel ihtiyaçların temel ihtiyaç olduğu bir gezegen artık dünya. Marka kalmamış.

    Adımlarını yavaşlatıyorlar. Birer yudum su. Isınmış. Ayağının dibinde bir akrep gördüğünde duruyor. Bir böcek. Katalogda bundan da bahsediliyordu. "İklim değişikliği sonucu bütün ülkede, şehirlerde bile çok fazla görülür, zehirlidir, dikkat edilmelidir. Dikkat! diyor rehber. Bağırmıyor ama sesinde bir heyecan tınısı. Sokarsa... Biliyorum diyor Zeyn, katalogda vardı. Üzerinden atlayıp devam ediyor. Atalarından kalma bir içgüdüyü ilk kez belli belirsiz burada hissediyor. Hayatla başa çıkabilme, hayatta kalma yeteneği ve hatta belki isteği. Yeni Dünya’da ihtiyaç duyulmayan bir içgüdü. Fazla değil, bir yirmi adım daha sonra ayaklarının altında kum. İncecik bir şey. Tül gibi. Krem rengi. Hepsi bir anda duruyorlar. Bir tuhaflık hissediyorlar. Geçmiş dünya bilgisi belki de kalplerinde var. Deniz işte şuradan başlıyordu diyor rehber. Önlerinde uzanan uçsuz bucaksız bir boşluk. Hafif çukur. Çerçöp dolu. Marmara Denizi. Defalarca baktı haritaya, eski fotoğraflara. Gerçeğini görmek ise sarsıcı. İşte şu sol taraf Kadıköy olmalı. Ve şurası... İleride gördüğünüz ilk tepe Burgazada. Rehber konuşuyor. Eskiden ada idi. Zeyn gözlerini kısıp yan gözle rehberi süzüyor. Oranın ada olduğu günleri biliyor olamaz. Olabilir mi? Rehber onu duymuş gibi, İmiş" diye düzeltiyor.

    Benim ailem Kadıköy’den gelmiş diyor kendisi yaşlarında olduğunu düşündüğü bir adam. Ve ilk kez diğerlerinin neden bu geziye katıldığını merak ediyor. Benimki de. Feneryolu diye bir yerden. Zeyn’in bu yorumu üzerine herkesin yüzü allak bullak. Şimdi birbirlerine daha bir dikkatle bakıyorlar. Kolektif bir akıl kuruldu sanki. Bakışlardan anlaşılıyor. Benimkiler de demelerine gerek yok. Tuhaf bir tesadüf. Zeyn tesadüflere inanmıyor. Her şeyin bir manası olmalı. Her karşılaşmanın, her tanışmanın. Gelecek geçmişimizi belirliyor. Böyle bir şeyler. Beyninde tam olarak oturtamadığı bir düşünce kalbinde o kadar sağlam bir yere sahip ki, açıklayamasa dahi vazgeçmiyor. Hiç tanımadığı ama kitaplarını okuduğu büyük halasından kalma bir inanç şekli. Anneannesi böyle açıklamıştı. Halamın ruhu sana geçmiş olmalı çünkü o da senin gibi hayatın tesadüflerini çok sever, onlar için yaşar ve her anın bir mucize olduğunu düşünürdü. Bu yüzden de en üzüldüğü anlarda bile hayatı çok severdi.

    Herkesi derin düşünceden çıkartan rehber. Eh o zaman daha da iyi. Karşı tarafa geçmeye itiraz edecek olan çıkmaz. Çıkmıyor. Arabayla buradan da gidebilirdik, aslında daha kestirme. Gerçi biraz engebeli ve yer yer tehlikeli bir yol. Çökmeler var. Ama zaten bir gezi rotası var, önce tarihi yarımada, yarımadalığı kalmadı da, sonra Taksim, oradan karşıya. Tam o esnada bir minibüs yaklaşıyor. Daha önce hiç görmedikleri türden bir araç. Biniyorlar. Arabanın içi dışarıdan biraz da olsa serin. Rehber, Sizinki gibi özel turlarda klimalı araç temin edebiliyoruz diyor. Klima ne bilmiyorlar. Rehber açıklama gereği duymuyor. O kadar mekanik bilgiye de sahip değil zaten. İnternetten bakarsınız.

    Terk edilmiş binalardan başka görecek bir şey var mı? Merak ediyor. Yan yana dizilmiş, neredeyse gökyüzünü kapatan binalar. Kimisi yıkık dökük. Cılız köpekler yatıyor önlerinde. Ve ölü mü değil mi belli olmayan kediler. Araba, kırmızı dev yapıya yakın bir yerde duruyor. İniyorlar. Boş bir havuz. Dibi çatlak, içi pislik dolu. "Siz

    Enjoying the preview?
    Page 1 of 1