Discover millions of ebooks, audiobooks, and so much more with a free trial

Only $11.99/month after trial. Cancel anytime.

Dostlar Kitabı
Dostlar Kitabı
Dostlar Kitabı
Ebook259 pages2 hours

Dostlar Kitabı

Rating: 0 out of 5 stars

()

Read preview

About this ebook

Heykelimize biçim verenler…

Birlikte yürüme cesaretidir dostluk,bir başına kalacağını sanırsın oysa ikisindir!

"Dostluklar rastlantısal gelişmiyor. Onca insanla birlikte yola çıktım, ilerledim, ayrıldıklarım oldu. Ama kişiliğime imza koyanlar ayrı renktir. Üzerine titrerim onların. Yaşımın ileri olması, deneyimlerim, okuryazarlığım elbette bakışımı belirler ancak, öyle kişiler olur ki, takındıkları tutumla heykelinize biçim verirken, en değerli izi bırakırlar."
LanguageTürkçe
Release dateJun 24, 2024
ISBN9786050973648
Dostlar Kitabı

Related to Dostlar Kitabı

Related ebooks

Reviews for Dostlar Kitabı

Rating: 0 out of 5 stars
0 ratings

0 ratings0 reviews

What did you think?

Tap to rate

Review must be at least 10 words

    Book preview

    Dostlar Kitabı - Enver Aysever

    Dostlar Kitabı

    Kendi Patikanda Yürümek

    DOĞAN KİTAP TARAFINDAN YAYIMLANAN DİĞER KİTAPLARI:

    https://www.dogankitap.com.tr/yazar/enver-aysever

    DOSTLAR KİTABI

    Kendi Patikanda Yürümek

    Yazan: Enver Aysever

    Editör: Neclâ Feroğlu

    Yayın hakları: © Doğan Egmont Yayıncılık ve Yapımcılık Tic. A.Ş.

    Bu eserin bütün hakları saklıdır. Yayınevinden yazılı izin alınmadan kısmen veya

    tamamen alıntı yapılamaz, hiçbir şekilde kopya edilemez, çoğaltılamaz ve yayımlanamaz.

    Dijital yayın tarihi: /Haziran 2020 / ISBN 978-605-09-7364-8

    Kapak tasarımı: Feyza Filiz

    Doğan Egmont Yayıncılık ve Yapımcılık Tic. A.Ş.

    19 Mayıs Cad. Golden Plaza No. 3, Kat 10, 34360 Şişli - İSTANBUL

    Tel. (212) 373 77 00 / Faks (212) 355 83 16

    www.dogankitap.com.tr / editor@dogankitap.com.tr / satis@dogankitap.com.tr

    Dostlar Kitabı

    Kendi Patikanda Yürümek

    Enver Aysever

    Güzel dostları olsun dilediğim

    canım Nisan’ıma...

    Teşekkür

    Bu kitabın okunma aşamasında büyük emeği geçen editörüm Neclâ Feroğlu’na teşekkür ederim.

    Birlikte yürüme cesaretidir dostluk, bir başına kalacağını sanırsın, oysa ikisindir!

    Dostluklar rastlantısal gelişmiyor.

    Onca insanla birlikte yola çıktım, ilerledim, ayrıldıklarım oldu. Ama kişiliğime imza koyanlar ayrı renktir.

    Üzerine titrerim onların. Yaşımın ileri olması, deneyimlerim, okuryazarlığım elbette bakışımı belirler. Ancak, öyle kimseler olur ki, takındıkları tutumla heykelinize biçim verirken, en değerli izi bırakırlar.

    Pencereye iliştirilen

    bordo kazaklı fotoğraf

    Anneannelerin büyüttüğü çocuklar ülkesi

    diye bir yer olsa...

    1

    Eski evlerde sandık odaları vardı. Belki o geleneği sürdürenlere hâlâ rastlanır. Anlamsız bulurdum gerçi yaşamı sandığa gömmeyi, gün yüzü görmeyen eşyayı sonsuza dek saklama arzusunu. Geçen gün elime aile albümünü alınca, nedense, tuhaf biçimde sandık odasının kapısını aralar gibi hissettim kendimi. İçinden tozlanmış, yıpranmış, belki böceklerce tırtıklanmış fotoğraflar çıkacaktı; garip bir tedirginlik, unutulmuş heyecan hissettim. Akşamüstüydü, gün tamamen yüzünü karartmamış haldeydi; boğazım düğüm düğüm oldu. Sevdiklerimizin ölümlü olmasına alışmak güçtür. Anneannemin ellerine baktım. Gençlik ellerine önce, ardından yaşlılık nedeniyle kırışan, çillenen ellerine... Yaşarken dikkat etmediğim ayrıntılar gördüm. Sonra başımı kaldırıp tam karşımda duran, holdeki soluk boy aynasına ilerledim, bu kez kendime baktım uzunca, şaşırarak. Anneannem ve ben böylesi bir buluşmayı hesap edemezdik elbet. Arada kapanması mümkün olmayan uzun yıllar vardı. O hep yaşlı, ben hep çocuk kalacaktım. Öyle de oldu.

    Bellek yanıltıcıdır, imgeler, görüntüler karışır birbirine. Anımsamak büyük oranda kurgu yapmaktır. Akla düşen görüntülerden, geçen zamanda ne birikmişse, üzerine ne eklenmişse yepyeni öykü kurulur. Şehrin yeni kurulan semtlerinden birinin bahçesi geldi gözümün önüne. Memur ailesi evi, balkonda fasulye ayıklayan yaşlı kadın, bir gözü torununda; yeni dikilen ağaçlar arasından geçen çocuklar. Kıvırcık saçlı olanı benim. Kaç kişiyiz, tam seçemiyorum. İkisi kapıcı katında yaşıyor, ben ikinci kata çıkarken merdivenden, onlar aşağı iniyor. Çocuk bilir mi kimin yeri neresidir?, bunu uydurur işte bellek. Oysa sadece top peşinde koştuktan sonra, bir an önce kana kana su içme telaşındadır herkes. Dönüp bakarsın düne, sahi dün var mıdır, zaman biriciktir öne alınamaz, ertelenemez ve anımsamak da bugüne dahildir.

    Albümün ilk sayfasında üç tane benden fotoğraf var. Biri, koca bir leğen içinde, can çekişir halde, henüz doğmuş bir bebeğin mutsuz yüzünün yansıdığı fotoğraf. Eller arasından kurtulmak ister gibi. O bebek benim, ben! Garip, insan bebek olduğunu bilemez, anımsayamaz da. Daha öte bir yabancılık ne mümkün! Eller kimin peki? Bir zaman annem anlatmıştı sanki... Biri annem, öteki anneannem, biri teyzem, diğeri annemin teyzesi. Öyleydi sanırım. O esnada ne düşünmekteler acaba? Kişi bu türden eylemleri can havliyle yapar sanki, güdüdür bu. Bebek temizlenir paklanır, tertemiz giydirilir, mis gibi kokarak yerleşir küçük yatağına ve sergilenir. Evet doğru sözcük, sergilenmektir. Artık ziyaretçi kabulü mümkün...

    Diğer fotoğrafta büyümüşüm, ilk yaşıma girmiş olmalıyım, karyolaya tutunup ayağa kalkmışım, boşluklu dişler arasından yayılan sevimli bir gülüş içimi ısıtıyor. Bunu da anımsamam mümkün değil. Ama biliyorum işte. İnsan yaşantısı söylencedir. Ya bu fotoğrafa ara sıra baktığım için o anı anımsadığımı sanıyorum, derin bir yanılsama içerisindeyim ya da o kadar çok söz etti ki çevremdekiler bu gördüğüm sevimli bebekten, ben de o zamana tanığım sanısındayım. Anılar nasıl oluşur, salt yaşadıklarımızdan mı? Fotoğraflara bakarız, şahitlerden tanıklıkları dinleriz, farklı ağızlardan neredeyse inatlaşan farklı öyküler arasından seçer, işimize geleni alırız ve belki en sonunda da kendi deneyimimizi ekleriz. Ama nasıl? Söylenceye en uygun olan biçimde tamamlamaktır akla yatkın olan.

    Son fotoğrafta belli ki yaşama katılmış haldeyim. O yıllara ait bir Renault marka, koyu yeşil arabanın içinde, arka pencereden dışarı taşmışım; saçlar uzunca ve tüm kareyi dolduran kahkaha görünüyor. O günü anımsıyorum net. Hafta başından annemle babamın bankacı arkadaşlarıyla anlaşılmış, sabah erken saatte, iki araba pikniğe gidilecek. Hafta sonu cumartesi sabahı, yola koyulmadan önce çekilmiş. Araçta yalnızım, evden piknik sepetleri taşınıyor sanırım, arka arabada diğer aileler var. Dört aile iki araca bölündük, çocuklar da öyle. Arkalı önlü, lunaparkta araç kullanır gibi, yer yer birbirimizi geçerek varmıştık Kilyos’a. Öyle miydi, yoksa Şile miydi? Deniz kenarı mıydı, ormanlık bir yer miydi? Top oynamıştık sanırım... Yoksa, saklambaç mıydı en çok eğlendiğimiz. Ben kaybolmuştum, korkmuştum hani... O Marmara Adası’nda mıydı acaba? Mangal yapmışlardı galiba, yere yaygı serip üstünde ekmek arası bir şeyler mi yemiştik?

    Elimde koca fincan kahve iyice soğudu. Zorluyorum belleğimi, belli belirsiz görüntüler arasından geçip bir türlü sonuna varamıyorum tünelin. Varacağım yer neresi bilmiyorum. Anneannemin fotoğrafına doğru çeviriyorum albüm sayfasını. İlk dostumu arıyorum. Dostlukların ömrü var, biliyorum. Bazen ölümle sonuçlanan, çoğu zaman soluk almaya devam etse de iki insan, yolları ayrıldığı için sonlanan. Anneannem ikinci katın penceresine dayımın bordo dik yakalı kazaklı fotoğrafını iliştirmiş. Bıyıklı dayım. Saçları çoktan dökülmüş. Derin kederle bakıyor yaşlı kadın. Dudağında hep aynı mırıltı, sözcükler kırık dökük. Ben ezberden biliyorum, hâlâ anımsıyorum. Bak bu tertemiz işte. Anneannemin yüzü, sözleri... İlk dostluk... Dostluk için iki kişi gerekir elbet. Biri anlatır, biri susar bazen... Bazen ikisi de konuşur... En güzeli birlikte susmayı becermektir.

    2

    El ayak çekilir, herkes uykuya yol alır, yaşlı kadın pencere kenarına iyice yerleşir. O fotoğrafa bakar, hiç uyumaz, aylarca, yıllarca. Gün içinde, artık dayanılmaz ağırlıktan gözkapakları indiğinde, bazen iç geçirir, o kadar. Beklemek güçtür, habersiz, derin kaygıyla bitmez tükenmez, erimeyen zamanın içinde boğularak beklemek. Gece sessiz sanılır, oysa acılı yürek gürültülüdür; horultu değildir, tüm gün beklemiş düşüncenin gürültüsüdür bu. Yaşlı kadının dudağından bazen dua olarak, kimi zaman ağır, çokça isyanla dökülür sözcükler. Yatağıma sığınıp başıma yorganı çeksem de, kulağımı elimle tıkasam da işitirim onu.

    Dostluk böyle başladı. Kendim değildi önceliğim, yanımda her gün ağrısı büyüyen, sancısı derinleşen yaşlı bir kadınla yaşıyordum; önce o geliyordu, onun dinsin istediğim yaşları... Uzaktaki oğula seslenmekteydi her an, konuşurken, susarken, derinlere bakarken, karanlık gecede ararken onu, yolunu beklerken. Dostluk birbiriyle ilintisiz, zamandan bağımsız kopuk sözcüklerden öykü kurmayı becermektir; aklından geçeni anlamaktır o kişinin. Bilinci almaktır, anımsadığı görüntülere birlikte bakmak, sanrılı gecelerde ateşin sıcağında kavrulmaktır. Dostumdu benim anneannem. Almanya’ya kimler gitmişti, bir oğul dönmemişti. Üstelik mahpustu... Nedenini bilmediği bir mahkûmluktu yaşanan. Hangi anne evladının kusurunu, suçunu kabul eder ki! Sahi öykü neydi, suçlu muydu dayım, üzülmeli miydim ben de? Dostuna sorgusuz hak verir insan. Ne anlatırsa kabulüdür.

    Dertli koyun dertli koyun/ben ölürsem adımı dertli koyun... kaç kez tekrarlardı bu tekerleme gibi sözleri. Sesi işitilsin istemiyordu belki ama ben kulak kabartmış, tek sözcüğü ıskalamak istemiyordum. Gece gündüz karışmıştı birbirine.

    Aynı odayı paylaşan iki kişiydik. Memur ailesi evleri hep aynıdır. Yerde kötü motifli, püsküllü halı üstünde oynar dururdum. Baharda, o zaman düldülüm vardı, bahçede, ince yollarda sürerken, gözüm pencereye takılır, o dalgın bakışı izlerdim. Belleğimde kaybolmayan izdir o. Sonraları bir şiire imge oldu belki. Nereye baktığını bilirsin dostunun, bilirdi o çocuk, unutmadı.

    Birlikte Arkası Yarın dinlerdik sabah onda. Akşamüstü beşte de Çocuk Bahçesini. O zamanlar keyfimize diyecek yoktu. Biri yetişkin, diğeri küçük iki insan, radyodan taşan seslerin gerçeğine inanır, üzerine söyleşirdik. Dostluk, ortak neşeyi yaratmaktır. Tahminler yapardık öykünün ertesi için. Bazen ciddi kavgaya tutuşurdu benimle yaşlı kadın. Kahvaltı saati onun için erken olurdu, beni uyandırmaya kıyamaz, Arkası Yarın öncesinde uyandırırdı. Birlikte kahvaltı etmektir dostluk. Bir zaman sonra, üç kişi olunca, kız kardeşim de ilişti masamıza. Gazeteleri okurdu ağırdan, TRT haberlerine inanırdı. Güvenirdi insanlara belki. Uyumazdı, ilk dostum anneannem. Pazen entarilerinin renklerini tüm ayrıntısıyla, deseniyle bilirdim. Sabah saçını uzun uzun taramasını, dudağı üstündeki kılları bir bir cımbızla almasını izlerdim. Küçük, yıpranmış, belki de sadece yaşlı kadını gösteren aynasını nerede görsem tanırım. Aynayı çevirdiğimde tüm yüzü, kederle çizilmiş hatlarıyla bana görünürdü. Dosttuk anneannemle. Tüm bu olanlara; günün olmadık saatinde gelen neşesine, Arapça söylediği şarkılara ve aniden başının öne düşüp uyuyakalmasına yalnız ben tanıktım. Dost, yeryüzünde başka kimsenin açamayacağı, o gizli çekmecenin anahtarını elinde tutandır. Birlikte yaşıyorduk o sandık odasında. Dışarıda akan yaşama inat, kendi kurallarımızla.

    Koynuna saklardı parasını ve oğuldan nadir gelen mektupları. Kırmızı, küçük cüzdanında, ölmüş kocasının silik vesikalığı dururdu. Yanında torunların, çocuklarınkiler de vardı. Ama açıkta sadece bordo dik yakalı kazaklı dayımın fotoğrafı görünürdü. Kimseler ilişmezdi ona. Evden eve göç ederken, özenle o yerleşirdi yaşlı kadının bavuluna ilkin. İki bavul, koca ömrün sığındığı... İçinde çamaşır, birkaç entari, küçük bakım çantası, tırnak makası, tarak, cımbız bulunan... Bir insanın evinin dağılması, her ne gerekçeyle olursa olsun, köksüz kalması demektir. Gece, kimse işitmez sandığı o saatlerde dedeme beddua eder, sonra pişman olurdu. Beni evsiz koydun gittin derdi. Dostumdu anneannem, Oğul derdi, başını sokacak bir evin olsun, soğan ekmek yenir de evsiz kalınmaz. Aklına kazınmasıdır bu sözlerin dostluk. Sahi ev neresidir?

    3

    Kiracılığın sevimli bir yanı olduğunu çok sonra fark ettim. Göçebelik, yer değiştirme özgürlüğü yani, bazen dayatma olsa da sanıldığı kadar ürkütücü değil. Mülk sorunu üstüne düşünmeye başladığım zamanlarda, gereksinimi olan herkese, bulunduğu yer neresiyse, orada barınma hakkı sağlanması gerektiğine inandım. Bir yanım böyle. Oysa güvencesiz yaşamdır sürülen. Komşuluk hukukunun yaygınlığı, şimdi örselenmiş olmasına karşın, anne baba sorumluluğu taşıma kültürü, hep bu tekinsiz yaşam düzeninden. Kiracı seyyar olduğu için vazgeçmeyi bilir. Kök sorunu burada başlar, iyice derine temel atamazsan duygun, düşüncen de uçucu olur (mu)?

    İstanbullu olmak konusunda türlü tarifler yapmak mümkün. Annem İstanbul doğumlu, anneannem de öyle. Demek bu taraftan İstanbullu sayılırım. Babam Antakya doğumlu, babası da öyle... İki dedem de Antakya doğumlu doğrusu, ancak her ikisi de İstanbullu olmuş, gençliklerini bu şehirde sürmüş. Diyeceğim; Langa’yı, Laleli’yi, Aksaray’ı, Samatya’yı, Fatih’i hep anneannemden dinledim. Ataköy’den, o dört katlı çocukluk evimin penceresinden dışarı bakan yaşlı kadının nasıl yabancılaştığını sonraları anladım elbette. Pencereden görünen avuç içi kadar yeşilliğin, dar sokaktan saatte bir geçen insanların olduğu bu çevreye yabancıydı anneannem. Ben buraya doğmuştum. Ataköy’e.

    Birinin sırlarını öğrenmek ilgi çekicidir. Yaşamında sadece bir kez şehir dışına çıkmış, düğün vesilesiyle Antakya’yı görmüştü Hikmet Çandır. Tüm kardeşlerine erkek adları konması, şaşırtıcı olmayan bir beklentinin ürünüdür. Erkek çocuk. Onu da anlatırdı. Kardeşi Mahmut’u çok severdi. O doğana dek, babası her çocuğunda umutlanmış. Bu hikâyeyi dinlerdim mesela. Sonra, o biricik Antakya gezisini defalarca dinledim. Köküne yolculuk etmişti, öyle derdi, Biz Arap’ız aslında diye eklerdi. Yüksek sesle dile getirdikçe anneannem, herkes susturur, kızardı ona. Herkes? Annem, teyzem, devlet baskısından korkan bellek taşıyan herkes... Hem Alevi, hem Arap olmak güç işte... Türlü yalanlar uydurulur, bu hakikat gizlenirdi. Kimse sormaz mı yahu, İyi de niye ailede herkes Arapça konuşuyor? diye... Sırlarını açardı anneannem, sadece küçük bir çocuğa, bir yanı çocuk olmaktan kaynaklı sağır o çocuğa, bana açardı sırlarını...

    Kendine ait ev özlemi hiç dinmedi, bir türlü kök salamamıştı. Tüm yaşamı giderek eksilen, eskiyen yoksullaşan iki bavula inmişti. Çocuklarının yanına sığıntı gibi konulduğunu düşünürdü. Oysa hep gereksinim duyulurdu yaşlı kadına. Kaç torun büyüttü. Bize özgü, iyi mi kötü mü tartışılır, garip bir sosyal müessese çocuklara büyüklerin bakması. Kendi çocuğuma da anneannesi baktı uzunca, tercih ettim bunu; anneannelerin büyüttüğü çocuklar ülkesi diye bir yer olsun ister gibi. Yaşlılarla yaşamak benzersiz deneyim sağlar insana, küçük yaşta bakıcı eline düşen, kreşe giden çocuklar bu dostluğu tanımaz. İlginç ve hayli çetrefilli bir sorun da çocuğa hangi evde bakıldığıdır. Büyükler kendi evlerinde toruna bakıyorsa başkadır kurulan yaşantı, tersine gidip çocuklarının evine yerleşiyorlarsa bambaşkadır.

    Anneannelerin gençliği olmaz. Benim gözümde o hep aynı koltukta, kolları sıvanmış entarisiyle, oturmaktan iyice kilolanmış, dizleri ağrılı, çenesi belli belirsiz titrer haldeydi. Bir zaman onun da genç olduğu, türlü merakların ardından koştuğu, heyecanlar yaşadığı aklıma gelmezdi. Dizine dek çektiği kalın naylon çorabına iliştirdiği beş lira, fotoğrafı tamamlardı. Oysa onun da evi olmuştu, sevdası, dinmez acısı, özlemleri ve avuçların arasından kayıp giden yaşamı. Her yaşam eksiktir kuşkusuz. Anlatmaya başladığında şaşırır, uzaklardan gelen hüzünlü bir tınıyı işitir gibi, başkasından söz açmış gibi, birlikte kederlenir dururduk. Doğrusu da bu, başkasından söz ediyordu, kim kendi yaşamının tamamını yerli yerinde anımsar, kefil olabilir ki? Üstelik gençlik uzaktır, yabancıdır.

    Şimdi bunları, artık yaşlılık üstüne iyice düşünmeye başladığım zamanlarda geçiriyorum aklımdan. O fotoğraflardaki çocuğu tanıyorum elbette, anneanneyi de anımsıyorum, oysa düşüncelerim güncel ve anlık. Biraz sonra silinecek, kitap yapraklarına kazındıktan sonra eskiyecek ve ben daha da yaşlandıkça onlardan vazgeçsem bile farkında olmayacağım. Yazarlığın yazgısı da bu, sözüne sahip çıktığını sanmak ve unutmak!

    4

    Artık evlerde radyo yok. Sahi son romanımda radyoyu konuşturmam, sesinin hep açık olması, anneannemle ortak belleğin izi değil mi? Bir eylemi yaparken, fikri geliştirirken gerekçesini bilmez, bir zaman sonra işte böyle ardı ardına düşünceleri

    Enjoying the preview?
    Page 1 of 1