Discover millions of ebooks, audiobooks, and so much more with a free trial

Only $11.99/month after trial. Cancel anytime.

Ben,Babam Ve Diğerleri
Ben,Babam Ve Diğerleri
Ben,Babam Ve Diğerleri
Ebook205 pages2 hours

Ben,Babam Ve Diğerleri

Rating: 0 out of 5 stars

()

Read preview

About this ebook

Kocası tarafından terk edilen Sibel altüst olmuştur. Geçimini sağladığı düğün fotoğrafçılığından bezmiştir. Eğitimini aldığı heykeltıraşlığı yapmamaya da adeta yeminlidir; çocukken kendisini ihmal eden ve üstüne gizemli bir cinayete kurban giden heykeltıraş babasından nefret eder çünkü!

Hayatının mahvolduğuna inanan Sibel'in fotoğraf çekimlerinden birinde pelüş bir Panda belirir. Nereden geldiği belli olmayan karizmatik Panda, Sibel'i bambaşka bir gerçekliğe taşıyacaktır...

Mizah, gerilim ve gerçeküstü öğelerin uyumla buluştuğu Ben, Babam ve Diğerleri günümüz edebiyatına taze bir soluk...
LanguageTürkçe
Release dateJun 24, 2024
ISBN9786258380705

Related to Ben,Babam Ve Diğerleri

Related ebooks

Related categories

Reviews for Ben,Babam Ve Diğerleri

Rating: 0 out of 5 stars
0 ratings

0 ratings0 reviews

What did you think?

Tap to rate

Review must be at least 10 words

    Book preview

    Ben,Babam Ve Diğerleri - Göktuğ Canbaba

    Ben, Babam ve Diğerleri

    DOĞAN KİTAP TARAFINDAN YAYIMLANAN DİĞER KİTAPLARI:

    https://www.dogankitap.com.tr/yazar/goktug-canbaba

    BEN, BABAM VE DİĞERLERİ

    Yazan: Göktuğ Canbaba

    Editör: Hülya Balcı

    Yayın hakları: © Doğan Yayınları Yayıncılık ve Yapımcılık Tic. A.Ş.

    Bu eserin bütün hakları saklıdır. Yayınevinden yazılı izin alınmadan kısmen veya

    tamamen alıntı yapılamaz, hiçbir şekilde kopya edilemez, çoğaltılamaz ve yayımlanamaz.

    Dijital yayın tarihi: /Mayıs 2022 / ISBN 978-625-8380-70-5

    Kapak tasarımı: Feyza Filiz

    Kapak fotoğrafı: Göktuğ Canbaba

    Doğan Yayınları Yayıncılık ve Yapımcılık Tic. A.Ş.

    19 Mayıs Cad. Golden Plaza No. 3 Kat 10, 34360 Şişli - İSTANBUL

    Tel. (212) 373 77 00 / Faks (212) 355 83 16

    www.dogankitap.com.tr / editor@dogankitap.com.tr / satis@dogankitap.com.tr

    Ben, Babam ve Diğerleri

    Göktuğ Canbaba

    Zavallı Sibel

    Sibel kocası tarafından terk edileli henüz birkaç saat olmuştu. İlişkilerin ömrünün kısa olduğunu herkes bilirdi ama üç sene yine de bir insanın kalbini söküp çıkarmak, onu çirkin alışveriş merkezlerinin yükseldiği, nefesi zift kokan şehrin kirli ayaklarının altında ezmek için fazla kısaydı Sibel’e göre.

    İlişkiler çoğu zaman depremlere benzerdi; büyük sarsıntılar ve artçılardan oluşan sürekli bir baş dönme haliydi. Geçen üç senede çokça deprem yaşanmış, yüksek binalar yerle bir olmuş, şehirler yanıp kavrulmuş, devasa dalgalar önünde ne varsa alıp götürmüş olsa da sağ kalmayı başarmışlardı. Yıkılan binaların altından çıkmak çoğu zaman imkânsız gibi gözükse de birkaç kırık ve morlukla üstesinden gelmişlerdi bir şekilde.

    İlişkilerinde her şey ışık hızında ilerleyip bitmişti. Şehvetle öpüşmüşler, buldukları her yerde sevişmişler, her akşam bir başka dünyaya yelken açmışlardı. İnsanlar birbirlerini seyahatlerde tanırdı; onlar yeni dünyalara açılan maceracı kâşiflerdi. Kıyılarını adım adım dolaşmış, dağlarında şarkılar söyleyip, düzlüklerinde çırılçıplak dans etmişlerdi.

    Her şeyin suçlusu Kaan’ın siyah perçemlerinin altında parıldayan yeşil gözleriydi belki de. Sibel onu ilk gördüğünde işte o gözlere vurulmuştu. İnsanları tanımadan dış görünüşlerine atfettiğimiz o mucizevi özelliklerdi belki de yapılan ilk hata.

    Her şey harika giderken gün oldu daha farklı bakmaya başladılar birbirlerine. Anlatılan hikâyeler azaldı, kalp ritimleri yavaşladı, sonunda birbirlerini göremeyecekleri kadar yoğun bir sis kapladı etrafı. Şekilsiz heykeller gibi duruyorlardı belki de sürekli birbirlerini değiştirmeye çalıştıkları için. Böyle zamanlarda insanın önünde iki seçenek olurdu: 1) Çekip gitmek, 2) Kabullenip devam etmek. Kaan çekip gitmeyi, Sibel ise kabullenip devam etmeyi seçmişti.

    Sibel yirmi sekiz yaşındaydı. Kaan’la yirmi beş yaşında üniversitede tanışmıştı. Onun gayet havalı ve romantik evlenme teklifine hayır dememiş, apar topar evlenmişlerdi. Depremlerin ve artçıların bu kadar kısa süre içinde her yeri yıkıp yok edeceğini nereden bilebilirdi ki.

    Kaan’ın onu arayıp telefonda bir süredir devam eden ilişkisinden bahsedip, evliliklerini bitirmek zorunda olduklarını söylemesinin üzerinden üç küsur saat geçmişti. Bu üç küsur saatte kendini bilmez bir halde sokaklarda dolanan Sibel’in derisi canlı canlı yüzüldü. Kahverengi uzun saçları alev alıp onu terk etti, beyaz teni isle kaplandı. Rüzgârın her esişinde kalbini korumayı bırakan göğüskafesi kırılıp un ufak oldu. Ona çarpan her insan kalbinden ayrı bir parçayı alıp götürdü. Yağmur kafatasını parçaladı, Kaan’la geçirdiği anıların gizlice depolandığı beyninin koridorlarını darmaduman edip dosyaları yakıp kavurdu. Akıttığı her gözyaşı özgüvenini biraz daha yok etti. Sonunda damarlarında hafriyat kamyonları gezinen hastalıklı şehrin bir yerinde dizlerinin üzerine çöküp ağlamaya başladı. Yanından geçenler onunla ilgilenmedi, ne olduğunu soran bir kişi bile çıkmadı. Bazıları ona bakıp güldü, bazıları videosunu çekip uzaklaştı.

    Bir süre sonra ağlamayı kesip sporcularınkini andıran ince, kaslı bedenine söz geçirip onu ayağa kaldırdı. Nefes aldığında içine yanmakta olan bir köyün acı dolu çığlığını çekiyormuş gibi tıkandı. Derinlerde bir yerlerde binlerce insan bağırdı, çığlık attı ve nihayetinde hepsi kül olup havaya karıştı. Binlerce insanın acısını içinde yaşıyormuş gibi titredi olduğu yerde; onu ayakta tutan kemikleri çatırdamaya başlarken vücuduna yayılan soğuk teri hassaslaşan cildini acıtarak ilerledi. Ayrılık ölümden beter miydi bilmiyordu ama hayatının bir daha asla eskisi gibi olamayacağına emindi.

    Anılarını yansıttığı, kendince bir ağlama duvarı olarak yarattığı beyaz perdeyi yırtan korna sesiyle yerinden zıpladı. Biraz daha yavaş davransa şehrin unutulmuş bir yerinde hafriyat kamyonları tarafından ezilip yok olacaktı. Açılan davalar sonuçsuz kalacak, toprağın metrelerce altındaki bedenini bir süre sonra kimse hatırlamayacaktı. Hâkimler içkilerini içmeye, avukatlar yalan söylemeye devam edecekti.

    Sibel böyle durumlarda şoföre çıkışırdı. Ağzını pek bozmaz ama kelimelerle ördüğü boks eldivenleriyle karşısında kim varsa onu yere sermek için tüm gücüyle yumruklardı. Sibel’le ringe çıkmak göt isterdi. Memleketin düştüğü durumdan başlar, yok olan özgürlüklere kadar önüne çıkanı devire devire ilerlerdi. İnsanlara olan öfkesi kabarır, koca dünyada bir tek o haklıymış gibi bağırır çağırırdı ama o an sadece arkasını dönüp yürümeye devam etti. Memleketi göremeyeceği bir yerde bıraktı. Kim ezilirse ezilsindi. Hapishanelerde kaç gazeteci olduğu, politikacıların neler yaptığı umurunda değildi. İnsan kendi dünyasının ateşe verildiğini, en sevdiği anılarının kundaklandığını ve derisinin sevdikleri tarafından yüzüldüğünü bildiği an geri kalan her şey tatsız bir film setinden daha gerçekçi olmazdı; gazeteciler mola verip kahvelerini yudumlar, siyasiler sahneyi terk ederlerdi.

    Eve ulaştığında neredeyse gece yarısıydı. Masanın üzerindeki telefonu tir tir titriyordu. Ormancılar tarafından sağlı sollu balta darbeleriyle parçalanıp yıkılmaya yüz tutmuş bir ağaç gibi kendini sandalyenin birine atıverdi. Sanki gövdesi büyük bir gürültüyle çatırdamış ve yere düşüşüyle orada olan tüm canlıları yok etmişti. Beline kadar inen kahverengi saçlarından süzülen yağmur damlaları telefonun ekranına düşerken derin bir iç çekti. Belirgin elmacıkkemikleri saatler süren bir dövüşten çıkmışçasına yanıyor, sızlıyordu.

    Kocasından gelen mesajları yüreği tekrar usulca hareketlenirken fark etti. Mesajlara bakmadan kendince fikir yürüttü. Belli ki Kaan onu merak etmişti. İyi olup olmadığını soran onlarca mesaj atmıştı kesin. Fikrini değiştirmiş olabilir miydi? Neden olmasın? Düşüncelerini onunla paylaştıktan sonra belki de pişman olup geri dönmek istemişti. Kaan’ın öyle mesajlar attığını hayal edip ona nasıl karşılık vereceğini düşündü; geçirdiği berbat saatleri, aldatılmasını, aşağılanmasını kısa sürede izledi hayalinde.

    İlk mesajlar Kaan’ın onu merak ettiğini gösteriyordu. Sonrakiler saçma bir şey yapmamasını öğütlüyordu. Sonuncular ise yapay özürler içeriyor ve hayatına devam etmesinin en iyisi olacağını söylüyordu. Alçak herif bunların hiçbirini yüz yüze söylemeye cesaret edememişti. Aşkı, kocası, sevgilisi, en iyi dostu bir anda çekip gitmişti. Artık onun gerçekliğine ait değildi. Yok olmuştu. Kaan bir şekilde ölüydü artık. Sibel’in gözkapakları arasındaki bizzat ona ait olan Sibel Evreni’nden ışık hızıyla uzaklaşmıştı.

    Başı dönüyor, midesi bulanıyor ve parmak uçları uyuşuyordu. Kendini yatağa atıp tekrar ağlamaya başladı. Bu sefer tepine tepine ağladı. Bağırdı, çağırdı. Sonra uyuyakaldı. Telefonu tekrar çaldığında hiçbir şey yokmuş gibi uyandı. Saat kaçtı? Neredeydi? Neden başı ağrıyordu ve kıyafetleri neden çamur içindeydi bir süre bunları düşündü. Sonra kalbi hızla atmaya başladı. Yaşadıkları, ellerinde süngüleriyle tepeden aşağı hızla koşan askerler gibi üzerine hücum etti. Onun etini lime lime edene kadar durmadılar. Bağırdılar, geceye uludular ve Sibel yerde hareketsiz yattığında kahkahalar atıp onunla eğlendiler.

    Sibel, kusacak gibi öğürdü ama ağzından yastığa akan salyadan başka bir şey çıkmadı. Arayan asistanı Berke’ydi.

    Sibel ne oldu ya, hani çekim saatini haber verecektin, sabah olacak neredeyse.

    Berke?

    Sibel? diye kızı taklit etti adam.

    Pardon ya. Ben... şey...

    İyi misin?

    Pek sayılmaz. Boş ver şimdi.

    Yarınki... yani bugünkü çekim iptal mi?

    Keşke ama değil. Şu an saat kaç?

    Dur bakayım. Hmmm sabahın beşi.

    Hassiktir ya!

    Oooo Sibel Hanım küfrediyor. Bu işte bir iş var.

    Beni dokuz gibi Zincirlikuyu durağından alırsın, olur mu Berke? Yar... bugün pek iyi değilim. Sana ihtiyacım olacak. Makineni de al. Sen de çekim yapacaksın.

    Tamam tamam. Düğün hikâyesi çekeceğiz değil mi? Gerzek bir çift vardı onlara gidiyoruz herhalde?

    Evet evet, yarın tüm gün çekim var. Evleri Kâğıthane’de.

    Tamam da Sibel, gerçekten sesin çok kötü geliyor ya. Yani düğün falan çok önemli tamam ama...

    Dokuzda görüşürüz.

    İyi, hadi bakalım.

    Sibel bir zombi gibi banyonun yolunu tuttu. Açık göğüskafesinden sarkan kalbi aynı antika saatlerdeki sarkaçlar gibi bir sağa bir sola sallanıyor, soğuk vücuduna çarpıyordu. Kavrulmuş derisi her adımında soyulup dökülüyor, derisini parçalayıp çıkan kemikleri evdeki eşyalara çarpıp onları un ufak ediyordu.

    Sibel sıcak duşun altına girip kirlerinden arındı. Keşke bir icat olsaydı da üzüntüsünden de arınabilseydi. Son model acı dindiren duş seti pek iyi olurdu. Kaç para olursa olsun kesin alırdı onu. Böylece, yeni ve görkemli duş setiyle Kaan’ı siler, hayatına kaldığı yerden mutlu bir şekilde devam ederdi.

    Duştan çıktı, ruhsuz bir şekilde aynaya bakarak saçlarını kuruttu ve yavaş yavaş giyindi. Açık mavi gözleri üzüntü ve uykusuzluktan renk değiştirmişti; geceleri avlanmaya çıkan bir yaratık gibi kızıl kızıl parlıyorlardı. Karakteristik Grek burnu saatlerdir mendillerle silinmekten kızarmış, soyulmuştu; kısacası berbat görünüyordu.

    Kahvesini koydu ve bir sigara yaktı. Yıllar süren tiryakiliğinden sonra sadece özel günlerde sigara içebilme becerisiyle arkadaşlarının onur kaynağı Sibel, o günden sonra madalyasını iade edeceğe benziyordu.

    Bir süre evde boş boş yürüdü. Sonra fotoğraf ekipmanlarını kontrol etti; makinesi, lensleri, şarj aletleri, aydınlatıcısı, dış çekim için kullandığı aksesuvarları... Her şey tamamdı. Derin bir nefes alıp dışarı çıktı. Kapıyı kilitledi. Sonra eliyle kapıya yüklenip kilitlenip kilitlenmediğini kontrol etti. Kaan’ın hiç hoşlanmadığı ama Sibel’in vazgeçemediği alışkanlıklarından biriydi bu. Kaan ona paranoyak der, Sibel de onu umursamazlıkla suçlardı. Tam asansöre doğru ilerlerken geri döndü. Bir hışım kapıyı açıp içeri girdi. Yatak odasına doğru koşup balayında çekildikleri fotoğrafın durduğu çerçeveyi kaptığı gibi duvara fırlattı. Parçalara ayrılan çerçeve yatak odasının zeminine dağılırken Sibel’in içindeki öfke giderek artıyordu. Kapıyı kilitledi, eliyle yüklenerek yine birkaç defa kontrol etti. Yetmedi ayağıyla sertçe vurdu kapıya ve öfke dolu bir çığlık attı.

    Bir elinde, içinde renkli şemsiyeler, ipler, maskeler, şişirilmeyi bekleyen balonların olduğu çekim çantası, diğerinde fotoğraf ekipmanlarıyla tıka basa dolu fotoğraf çantasıyla büyük bir lego setini andıran metrobüs sırasındaki yerini aldı. Ehliyeti vardı ama araba kullanmayı bilmiyordu. Bilseydi üç beş biriktirir bir araba alırdı mutlaka. En sevmediği şey ekipmanlarıyla metrobüslerde, metrolarda insanlarla sıkış tepiş yolculuk etmekti.

    Metrobüs nihayet geldi. Şehrin sokaklarını işgal eden çerçöple dolu pis bir akıntının içinde oradan oraya bir süre sürüklenircesine dolandı metrobüsün içinde. Kısa bir süre sonra inene kadar kalkmayacağı bir yer bulup oturdu.

    Sağına baktı, soluna baktı ve her zamanki gibi yüzü gülen tek bir insana bile denk gelmedi. Sibel insanlardan hoşlanmadığı için sürekli onlar hakkında konuşur, onları eleştirir, nefretini kusardı; bu onun bir şekilde rahatlama yöntemiydi. Ona göre dünya insanların anlayışsızlıkları, tahammülsüzlükleri yüzünden durmadan geriye gidiyor; kirleniyor, değişiyordu. Oya Kaan daha ılımlı biriydi; insanların bu duruma düşmesinin nedenleri olduğunu söyler, her insanın onun düşündüğü kadar zararlı olmadığını anlatmaya çalışırdı. Sibel sokakta, toplu ulaşım araçlarında kimsenin gülmediği, dahası omuz atmak, birbirlerini ısırmak, suratlarına tükürmek için an kolladıkları görüşündeydi. Ona göre memlekette topluluk içinde gülmenin cezası büyüktü ve yıllar ilerledikçe özellikle İstanbul’un zehirli hava sahası nedeniyle insanların DNA’larına kazınmıştı somurtma ve nefret geni. Bu yüzden ne zaman birlikte bu araçlara binseler hemen kim gülüyor, kim somurtuyor diye sağa sola bakıp kendilerince bir yarışmaya tutuşurlardı. Kazanan çoğu zaman Sibel olurdu.

    Karamsar metrobüsün içinde kimse gülmediğine göre yine Sibel kazanmıştı. Kazandığını düşününce içine bir hüzün çöktü. Kazanmanın yanına bile yaklaşamadığını çok iyi biliyordu; Kaan’ı, hayatını, aşkını, her şeyini kaybetmişti. Anıları, kahkahaları, neşesi ne yazık ki kıyısına vuran dalgalar tarafından alıp götürülmüştü. Gülmemeyi âdet edinmiş, çirkin ruhlu insanlar konusunda kazansa ne yazardı? Allah belasını versindi tüm o somurtan insanların. Gözleri dolsa da ağlamamayı başarabildi.

    Kafasını başka şeylere vermek için, hayvan videoları gösteren metrobüs ekranına baktı. Minik kediler süt içerken kabın içine düşüyor, köpekler şapşallık yapıyor, insanlar sakarlıklarını sergiliyordu. Sibel bir süre videoları izledi ama ne yazık ki her videoda Kaan’la yaptıkları ya da yapmak istediklerini hatırladı. Kedi sahiplenmelerini ve minik Duman’ın bir sene sonra aniden ölmesini, bir yerlere saklanıp birbirlerini korkutma ritüellerini, ağlayarak Hachiko’yu izlemelerini... Kaan bir daha gelmeyecekti, o an Sibel bunu daha iyi anladı. Nefesi kesilir gibi oldu. Yüzlerce kişinin arasında olup da hayatında kendini en yalnız hissettiği andı bu. Bir daha kimseyle öyle şeyler yaşayamayacaktı. Kimse onu sevmeyecek, ona gülmeyecekti. Yaşlandığında yalnızlığıyla ölecek, mezarında kimse onun için ağlamayacaktı.

    Yakasını elleriyle çekiştirip nefes almaya çalıştı ama içine dolan ekşimiş bir koku oldu sadece. Midesi bulandı ve kusmamak için kendini zor tuttu. Gözlerini kapatıp başka bir evrende olduğunu hayal etti. Ashes and Snow filmini düşündü. Ne zaman çıldıracak gibi olsa bu filmi düşünüp rahatlamaya çalışırdı. Başka bir gezegende yaşayan canlıların birbiriyle uyum içinde nefes aldığı alternatif bir gerçekliği anlatan filmin sahnelerinde dolandı bir süre. Kısa süre sonra biraz olsun rahatladı. Gözlerini açtığında gerçeklik yüzüne tokat gibi çarpsa da bayılmamayı başarabildi.

    Duraklar art arda geçerken ekranda burç yorumları göründü. Sibel kendi burcunun yorumunu beklemeye başladı. Sıra İkizler’e geldiğinde ekranın ona iyi bir şeyler söylemesi için yalvarıyordu.

    Bugün maddi konularda sorun yaşayabilirsiniz ama sonraki hafta her şey yoluna girecek. Sadece sabırlı olun. Öfkenizi kontrol etmeye çalışın. Yaptığınız hatalardan kendinizi sorumlu hissedeceğiniz, kendinizi suçlayacağınız bir döneme giriyorsunuz. Unutmayın ki hatalar bizi olgunlaştırır

    Enjoying the preview?
    Page 1 of 1